“İfade edilmemiş duygular asla ölmez. Sadece diri diri gömülür ve sonradan daha korkunç şekillerde tezahür ederler.” – Sigmund Freud.
Düşünürken fikirlerimizin yön değiştirmesinin aslında bir kaçış olabileceğini hiç düşündünüz mü?
Kaçışçılık ve Evrim
İnsan evriminde bizi hayatta tutan mekanizmanın özeti olan ‘fight or flight’(savaş ya da kaç) mottosu aslında kaçışçılık dediğimiz olgunun özetidir. İnsan, biyolojik anlamda sürekli hayatta kalmaya ve genlerini aktarmaya programlanmış gibidir. Bu yüzden bir sorunla veya tehditle karşılaştığımızda ya onunla savaşırız; ortadan kaldırmaya veya çözmeye çalışırız ya da tehdit edici kişiden, düşünceden, nesneden uzaklaşırız. İnsan fizyolojik anlamda iki tür sinir sistemine sahiptir.
- Sempatik Sinir Sistemi: Vücut stres veya gerilim yaşadığında aktive olur.
- Parasempatik Sinir Sistemi: Vücudun sakin ve dinlenme modudur. ‘Dinlenme ve üreme’ modu.
Tehditle sürekli bir arada kalmak fizyolojik düzeyde sempatik sinir sistemimizi aktive eder. Bunu ise biz sürekli uyarılmışlık hali ile yaşarız. Gözlerimiz çok hassaslaşır, küçük bir ses bizi irrite etmeye yeter. Uzun vadede ise gerek sinirsel gerekse ilintili olarak psikolojik anlamda bir yorgunluk yaşarız.
Psikolojik Bağışıklık ve Hastalıklar
Uzun süreçte sadece uyku problemleri yaşamak ve yeterince kaliteli dinlenmemek birçok psikolojik soruna ve nörolojik probleme davetiye çıkartabilir. İnsanlar aslında birçok hastalıkla doğar. Vücudumuz belirli bir düzeye kadar bu hastalıkların ortaya çıkmaması için baş etme becerilerini kullanır fakat uzun süreli yorgunluk sinir sisteminin dayanıklılığını düşürdüğü gibi hem psikolojik hem de nörolojik anlamda bağışıklığımızın düşmesine yol açar. Bunun sonucunda ise genetik ve diğer nedenlerden dolayı toleransımızın düşük olduğu organlarımızda sorunlar ortaya çıkmaya başlar. En hassas organımız olan beyin ise etkilenen organların başında gelir.
Psikolojik Düzeyde ve Gündelik Hayatta Kaçışçılığın Yansımaları
Sorunlardan uzaklaşmanın birden çok yolu vardır. Bunlardan biri soruna bakmamaktır. Yaşadığımız soruna karşı gözlerimizi kapattığımızda o sorunun ortadan kalktığı ve bizi artık rahatsız etmeyeceği yanılsamasını yaşarız. Örneğin ailevi sorunlar yaşayan bir babanın günün büyük kısmını evden dışarıda geçirmesi bu konuya örnek olarak verilebilir. Kişi aslında soruna maruz kalmayarak – sorundan kaçarak – bu durumla baş etmeye çalışır.
Alkol: Alkol, basitçe ifade etmek gerekirse, beynimizdeki görüntüleri değiştirir. Düşüncelerimiz üzerindeki kontrolü iyice zayıflatır. Bu yüzden alkol içtikçe dürtüsel davranışlar ortaya çıkar. Kişi adeta çocukluğuna döner. Dürtüsel, yani içinden geldiği gibi davranır. Sorunlarından uzaklaşır, kaygısız hale gelir. Aksi durumda sindiremediğimiz bir durum olduğunda nasıl mide özsuyu üretmeye devam ediyorsa beyin de çözemediği / sindiremediği düşünceleri tekrar tekrar mental anlamda geviş halinde geri getirir (ruminasyon). Tekrar tekrar aynı düşünceler beyne hücum eder. Beyin adeta şunu söyler: Beni çöz, bu sorunları çöz aksi durumda psikolojik anlamda felçleşme yaşarsın ve hareket edemez hale gelirsin. Sorunlarını biriktiren, çözmeden bastıran insanların hayatlarının ileriki dönemlerinde kıramadıkları kısır döngü yaşam zincirlerinin içine hapsolması bu durumu tam ifade eder. Kişi alkol içtikçe farklı bir dünyaya girer. Çünkü alkol, kişinin gerçeklikle olan ilişkisinde bozulmaya yol açtığı için kişi yaşamak istediği duyguları, kurduğu hayal ve imajinasyonlar yoluyla özlediği hayatı ve duyguları yaşar. Stresin bilincinde yarattığı duyguların ve baskının tahakkümünden kurtulduğu yanılgısına düşer.
Ailesel Travmalar ve Alkol
Baba figürü eksikliği ve babasıyla travmatik ilişkisi olan erkeklerin alkol içtikten sonra aynı masada çok saygı duyduğu kişinin elini öpmek için hamle yapması, zorla öpmek istemesi aslında bu durumu çok iyi özetler. Çünkü insan bilincinin zincirleri zayıfladıkça nereye gittiği bizlere çok şey söyler. Bir çocuk yalnız kalınca annesine koşar, annesini özler ve eksikliğini hisseder. Tıpkı açlıklarımızın bizi yönettiği gibi değerlendirdiğimiz el öpme davranışı da özlenen, barışılmak istenen baba figürünün ifadesidir. El öpme, saygı ve barışma ifadesidir. Sevgi ifadesidir. Eli öpülen kişi büyük, saygı duyulan kişidir. El öpmeye gelen kişi barışmak isteyen, küslüğü sürdürmek istemeyen kişidir. Bu yüzden el öpmek isteme davranışı, kişinin bilinçaltında taşıdığı babayla barışma, küslüğü bitirme isteminin bir ifadesidir bir nevi babaya alkol masasında uzatılan bir zeytin dalıdır.
Anne-Babayla Kurulan Gizli Bağ / Açık Bağ
Çocuklar her zaman anne-babadan biriyle gizli, diğeriyle ise açık bağ kurar. Açık bağ kurduğu kişi genelde en fazla iletişimi olan kişidir. Gizli bağ kurduğu kişi ise minimal etkileşim ve iletişim kurduğu kişidir. Yaşadığı sorunlardan dolayı kaçışçı davranışı alkol tüketimi şeklinde olan yetişkinlerde bazen babaya yoğun öfke olduğu gözlemlenir. Babayla gizli bağ kurulur. Ve babaya duyulan öfke ve nefretin boyutu aslında hakkı olan ve istediği sevginin oranıyla eş değer bir duygudur. Derinlerde babaya bir sevgi vardır. Sevdiği için farkında olmadan onunla ortak özellikler taşımaya başlar. Alkolik babaların çocuklarında alkol problemlerinin ve yaşantısının olması sık rastlanan bir travmatik tablodur. Çocuk her ne kadar nefret etse de aslında içinde taşıdığı derin sevgi beklentisi dışa vurduğu nefret ve öfke duygusunun bir telafisidir. Bu yüzden çocuk bazı yönlerden daha çok gizli bağ kurduğu ebeveynine benzer. Bu yüzden ailelerde bir kişiye nefret duyan kişilerin zaman geçtikçe öfke ve nefret duygusu taşıdıkları kişiye benzemeleri çok doğal bir tablodur. Yaşanan durum asimetrik bir psikolojik duygudur.
Alkol ve Kaçışçılık Davranışının Çocukluk Dönemindeki Duygularla İlişkisi
Alkol ve diğer bağımlılık yapıcı maddelerin yoğun kullanımı Alejandro Jodorowsky’nin Psiko Büyü (Psychomagic) adlı eserinde de detaylı anlattığı üzere derinlerdeki temas ve sevgi eksikliğinin telafisine yönelik davranışlar olabilmektedir. Çünkü alkol ve diğer bağımlılık yapıcı maddeler dopamin düzeyleri üzerinde etkiler yapar. Dopamin, yaşadığımız haz ve zevki algılamamızda etkildir. Her ne kadar insan açlığını ve eksikliğini hissettiği şeyi arasa da alkol ve diğer bağımlılık yapıcı maddelerin yoğun tüketimi aslında derinlerde yoğun bir mutsuzluğun varlığını düşündürmektedir. Adeta kimi vakalarda kişiler, içindeki sevgi ve temas eksikliği ne kadar yoğunsa aynı ölçüde alkol ve uyuşturucunun sağlayacağı yapay mutluluğu ve hazzı, yaşadığı mutsuzluğun ve sevgi eksikliğinin yerine koyarak telafi etmeye çalışmaktadır. Nietzsche’nin dediği gibi: ‘Bütün genellemeler yanlıştır, bu yaptığım bile.’ Genelleme yapmadan her kişinin karakterine ve yaşam örüntüsüne göre değerlendirdiğimizde çok farklı tablolarla karşılaşırız.

Kaçışçılık içeren davranışlarımızı daha iyi inceleyebilmek için Sokratik Sorgulama yöntemini kullanabiliriz.
Örneğin: Ben stresle karşılaşınca ne yapıyorum?
Hayatımda beni geren ve huzursuz eden stres kaynakları nelerdir?
Stresle karşılaştığımda geçmişte hangi tepkileri verdim?
Stresten uzaklaşmak ve rahatlamak, unutmak için hangi davranışları sergiliyorum?
Gün içinde en çok hangi aktiviteye ve düşünceye vakit ayırıyorum?
Bu gibi soruları sorarak ve aldığımız cevapları inceleyerek aslında bizi sorunlarımızdan uzaklaştırıp, sorunları ve stres kaynaklarını görmezden gelmemize neden olan aktivite ve davranışlarımızı inceleyebiliriz.
Kaçışçılık Davranışının Sağlıksız Boyutu
Kaçışçılık davranışı, kişiyi hayatta tutmayı sağlayan bir psikolojik savunma mekanizması olarak kabul edilse de, sorunları bastırarak kişiyi gerçeklerden uzaklaştırdığı için – bir anlamda sorunun çözümünü imkansız hale getirdiği için – çok risklidir ve kişinin fizyolojik sağlığı ve ruh sağlığı için olumsuz özellikler barındırmaktadır.
Stresle karşılaştığımız anlardaki tepkilerimizi adeta zamanı dondurup o anın içine girerek detaylı gözlemler ve değerlendirmeler yaparak analizlediğimizde, psikolojik strese ve diğer gerilim yaratan durumlara karşı baş etme biçimimizi çok daha iyi anlama fırsatı bulabiliriz.
Oyun Davranışı ve Çocukluk
Çocuklarda görülen ekran bağımlılığı ve uzun süreli oyun oynama isteğini inceleyecek olursak, dikkatimizi aile yapılarındaki farklılıklar çekecektir. Tatmin edilemeyen istekler, arzular yön değiştirir ve farklı şekillerde kendini dışa vurur. Örneğin sosyallik ve eğlence isteği yeterince giderilemeyen çocuklar, yetişkinleri izleyerek ve model alarak sosyal medyada var olmak isterler. Çünkü aile içi iletişimin belirsiz, zayıf ve sağlıksız olduğu ailelerde çocuklar aileleriyle yeterince ve kaliteli vakit geçiremezler. Bu yüzden arka plana atılırlar yetişkinler tarafından. Bu durum çocuklarda yıkıcı şekillerde kendisini dışa vurur. Ekran, onlar için bir şeyler anlatan insan yüzüdür. Çocuk güler, eğlenir, şaşırır ve daha birçok duyguyu sanal da olsa orada yaşar. Fakat sağlıklı olan, bu dönemlerde çocuğun duyguları, düşünceleri ve davranışları ailesinden öğrenmesidir. Aksi durumda çocuk içinde bulunduğu aşırı ilgisizliği ve değersizliği başka şekillerde telafi etme çabasına girer. Örneğin çocuklar parklarda ve oyun alanlarında oynayınca mutlu olurlar, bunu hepimiz biliriz. İnternette oynanan oyunlar da bir nevi sanal oyun parkıdır. Bu yüzden yoğun oyun isteği ve sosyal medyada vakit geçirmek ciddi bir temas ve sevgi eksikliğinin telafisine yönelik kaçışçı davranışlar olarak düşünülebilir. Çünkü ailede var olmayan çocuk, sanal ortamda oluşturabileceği sanal profil ve karakterler (avatarlar) ile var olabileceğini fark ettikten sonra alternatif bir dünyada yaşamaya başlar. Yetişkinlerde de durum farklı değildir; kişi yaşadığı yoğun depresif duygular oranında farklı alanlarda haz arayışlarına ve zihnini rahatsız eden, huzursuzluk yaratan düşüncelerden ve ortamlardan uzaklaşmak için adeta negatif düşünce blokajı yaratan durumlardan kaçınmak için psikolojik bedenine nefes aldıracak sanal oksijen maskeleri bulur. Bu konuda ölçüt olarak, kişinin vakit ayırdığı uygulamalarının öngördüğü hayat kalitesine ve gelecek hedeflerine ulaşmasındaki kısa ve uzun vadeli etkileri gibi noktaları düşünerek daha sağlıklı yanıtlar alabiliriz.
Yapılan Seçimler ve Kendimize Açtığımız Yeni Kapılar
İçinden çıkılmaz sorunlar yaşadığını, hayatının adeta kilitlediğini ifade eden insanların hayatlarını incelediğimizde, geçmişte kendileri için yanlış sayılabilecek kararların yansımalarını yaşadıklarına şahit oluruz:
- Aileden uzaklaşma amaçlı verilen lise, üniversite gibi eğitim kararları. Farklı bir şehirde, ülkede eğitim alma isteği.
- Yaşanan topluma duyulan öfkeden dolayı yapılan farklı bir toplumda, kültürde yaşama isteği
- Evlilik ve ilişki durumlarından dolayı yapılan seçimler
- Meslek seçimleri (ailenin istekleri doğrultusunda, maddi beklentiler, saygı duyulma ihtiyacı gibi nedenlerden dolayı yapılan tepkisel seçimler)
Listeyi yaptığımız ciddi seçimlerle daha da arttırabiliriz. Freud’un danışanlarına / hastalarına sorduğu ilk soru ‘Bana annenizle olan ilişkinizden bahseder misiniz?’ sorusunun olduğunu belirten hikayeler vardır. Psikoloji biliminin çocukluk dönemine olan ilgisi ve anneyle olan ilişki üzerine olan yoğun ilgisi aslında yaşamın kökenine yönelik, sorunların kökenini anlamaya yönelik bir çaba ve anlam arayışıdır. Yaşadığımız süre içerisinde bazı duygulardan, stres kaynaklarından, psikolojik baskıdan, değersizlik düşüncelerinden, sevgisizlik ve huzursuzluktan, duygusal açlıklardan uzaklaşmak isteriz. Fakat yaşanan duyguların yoğunluğu adeta mantıklı ve muhakeme yaparak düşünen yanımızı bloke eder. Tıpkı sempatik sinir sistemi aktive olmuş birinin ağır yarasının acısını kanındaki adrenalinden dolayı hiç hissetmemesi gibi. Fakat sakinleştikçe acıdan bayılacaktır bir süre sonra. Yoğun öfke, stresi bastırma ve kaçışçılık gibi düşüncelerin yarattığı yoğun duygu ilk zamanlar yaşanan acıyı, hayatlarımızın düşen kalitesini, duygusal ve düşünsel anlamda ortaya çıkan fakirleşmeyi, karakter erozyonunu belki hissettirmeyecektir bize. Ancak ileriki zamanlarda bastırılan duygular ve kaçınılan durumlar bir süre sonra hayatı kilitleyecek kadar ağır bir baskı oluşturabilir; adeta düşünsel anlamda bir felce kadar götürebilir kişiyi. Kısır döngülerin içine hapsolabilir. Bu noktada iç görü kavramı çok önemli bir noktada kalmaktadır. Kişinin yaşadığı durumlarla ilgili, kendisiyle ilgili farkındalığı arttıkça yaşadığı bu kısır döngüleri çok daha aydınlatabilir ve döngüler aşmaya yönelik çok daha bilinçli tercihler ve değişimler yapabilir.

Kısır döngülerin yapısı motor davranışlara benzer. Araba kullanırken, bisiklet sürerken ya da yürürken sürdürdüğümüz eylemi düşünmeyiz. Otomatik davranışlar haline gelmiştir. Aynı davranışı ve rutini sürekli sürdürmek de bir süre sonra mekanik hale getirebilir kişiyi. Mekanik oldukça kişi düşünsel esnekliğininin ciddi anlamda düşmesine neden olabilir. Konunun nörolojik kısmı ile ilgili Nöroplastisite incelenebilir.
Moheb Costandi’nin kaleme aldığı, düşünsel esneklik konusunda kült bir eser olan Nöroplastisite adlı eseri incelemenizi tavsiye ederim.
Kaçışçılık düşüncesini incelediğimizde şunu fark ederiz. Bir şeylerden kaçma vardır. Kaçma eylemi sonucu başka bir yere doğru uzaklaşma ortaya çıkar. Örneğin evliliğinde mutsuz olan bir kadının evdeki huzursuz ortamdan uzaklaşarak kaçabilmek için yoğun ve abartılı bir alışveriş çılgınlığına başvurması gibi.
Gece gündüz demeden kendisini işe kaptırmış bir insanın kendisine hiç vakit ayırmaması irdelenmesi gereken bir konudur. Anlattığım üzere, bu konularda genelleme yapmadan söz konusu sorunların olası nedenlerini Kaçışçılık bağlamında değerlendirdiğimizde sağlıklı analizler yapabileceğimizi düşünüyorum. Kişi, 7/24 durmadan çalışır, tüm hayatı iş olmuştur. Bu bir anlamda kaçış olarak değerlendirilebilir. Kişi, çalışmadığı zamanlarda oldukça huzursuzdur. Böyle zamanlarda stresle ilişkili huzursuz düşüncelere boğulur. Yoğun çalışma bir anlamda bedensel ve mental yorgunluk yarattığı için kişiyi uyuşturan bir etki de ortaya çıkarır. Kişi, dolaylı olarak sorunlarından uzaklaşmış olur.
Aile içi iletişimin sağlıksız olduğu, çatışmaların sık yaşandığı ailelerde çocuklarda obezite riskinin daha yüksek olduğu bildirilmektedir. Çocuklar ailelerinde maruz kaldıkları huzursuzluk, eksik aidiyet, kimi zaman dışlanma ve yeterince sevilmeme duygularının yarattığı yoğun kaygıları haz ile telafi etmeye çalışırlar. İçlerindeki duygusal boşluğu gıdalarla, özellikle de kendilerine yönelik reklamı yapılan sağlıksız fast-food ve şekerli yiyeceklerle doldurmaya çalışırlar. Bu tablo toplumlarda sık rastlanan bir tablodur. Çünkü beraber akşam yemeği yemeyen, beraber aile fotoğrafı çektirmemiş aileler bir anlamda mutsuzluğun ifadesidir. Bu noktada tehlike, kişinin bu duygularının farkında olmadan kaçış şeklinde duygularını hızlıca ve bilinçsizce doyurma arayışına girmesidir. Yaşanan riskli cinsel davranışlar, sağlıksız yiyeceklerin tüketimi, diğer alanlardaki abartılı alışveriş davranışları bu kaçışın yansımalarından sadece bazılarıdır. Sağlıksız cinsel temaslar yalnızlık duygusundan kaçıştır. Sevgisizlik ise bir çocuk için yok sayılma anlamına gelmektedir.
Ailesel travmalara sahip insanların gezgin olmak istemesi de sık rastlanan bir durumdur. Bu kişiler seyahatleri huzursuzluk ortamından kaçış için kullanırlar.
Yağmurdan Kaçarken Doluya Tutulan Evlilikler
Kaçışçılığa bir diğer geleneksel örnek, halk arasında özellikle de muhafazakar kesim tarafından sıkça kullanıldığına şahit olduğumuz “kızımız kocaya kaçtı” benzeri ifadedir. Bu söz öbeğinin kamufle ettiği bilinç dışı mesaj aslında kişinin fazlasıyla huzursuz ve mutsuz olduğu aile ortamından kaçarak bir başka yere sığındığı gerçeğidir.
Mutsuzluk, her zaman bir telafi arayışı yaratır. Yoğun öfke duyguları mantığın devre dışı kalmasına neden olur ve kaçışçılık etkisinde yapılan tercihler çoğu zaman ömür boyu sürecek kronik bir pişmanlıkla sonuçlanır. Kaçışçılık bu nedenle sağlam temelleri olan evliliklerin kurulmasının önünde büyük bir engeldir. Çünkü birey, kendisini kafeste hissettiren aile ortamından kaçarken bir başka kafese girdiğinin farkına varamaz.
Popüler Kültürden Kaçışçılığa Örnekler
İnsanlara olmayacak kadar güzel hayaller kurdurtan eserler, kitleleri gerçeklerden kopartarak bir fantezi dünyasında oyalar. Sosyal mühendislikle kurgulanmışçasına toplumda yaşayan insanları bir hayalin peşinden koşturur. Her şeyi unut, sahil, kumsal, anı yaşa, tatil yap, boşver stresi ve işi, sıkıcı sorumlulukları… gibi hazcılık felsefesine dair hedonist mesajlar taşır.
İnsan, dış dünyadan yoğun bir bilgi akışına maruz kalır ve onları algılarıyla işleyerek anlamlı bilgilere çevirir. Bu yüzden dinlediğimiz müzik konusunda da seçiçi olmak önemlidir. Çünkü kulak, belki de en az filtreye sahip duyu organımızdır. Gözlerimizde olduğu gibi kapatamayız kulaklarımızı; sesler ve gürültüler sürekli girer kulağımıza ve oradan da bilincimize. Telkinlerin ciddi anlamda işitsel alanlarda yapıldığı gerçeğini de göz önünde bulundurursak bu konuda çok daha seçiçi olmamızın, düşünce içeriğimizi etkileyeceğini fark ederek çok daha sağlıklı seçimler yapabiliriz.
La Isla Bonita (Madonna, 1987)
Madonna’nın 1987 yılında piyasaya sürülen ve “Güzel Ada” anlamına gelen, latin esintiler taşıyan “La Isla Bonita” parçasının sözlerinde “hep olmak istediğim yer” ifadesi geçer. Rüyasında gördüğü sıcak ve bereketli adada eğlenen güzel yüzlü, sağlıklı ve dertsiz tasasız insanlardan ve kendisine fısıldanan aşk sözlerinden bahseder. Burada dikkatlerden kaçan önemli bir nokta, öznenin şu anda olduğu yerden bahsetmemesidir. Kısacası söz konusu eser, yoğun mutsuzluklar yaşayan bir kişinin kendisini tatmin etmek için kurduğu bir fanteziden başka birşey değildir. Neye özlem duyuyorsa – neyin eksikliğini yaşıyorsa – müziğinde onu anlatır ve benzer psikolojideki dinleyici kitlesine nokta atış yapar.

Kumsalda (Sertab Erener)
“Uzanmışım kumsalda / Güneş damlar içime / Kurumuş dudaklarımda / Unutulmuş bir beste / Yaşıyorum aheste / Kapılmışım rüzgara / Savrulup gidiyorum / Şimdi çok uzaklarımda / Nafile telaşlarım / Hayattan çalıyorum / Ni la bombe atomique / Un amour platonique / Umudum yarınlarda; tatildeyim / Bir elimde ayna var / Şair beni kıskanır / Yanmışım sereserpe; sahildeyim / Ooo…” (Söz-Müzik: Fikret Kızılok)
“Umut yarınlarda, nafile telaşlar” – anlamsız beyhude çabalar – aslında oldukça trajik bir öyküdür. Carpe Diem denilen, anı yaşayarak, geleceği düşünerek, geçmişi değerlendirerek hedonist bir yaşam tarzını anlatır bu parça. Aynı zamanda Orhan Veli’nin bir Cımbızlı Şiir isimli şiirine bir atıfta bulunmaktadır.
Sanatçı; apolitik, sorgulamayan, hayatındaki sorunları çözmek yerine kaçan ve haz peşinde savurulup giden insan profilini betimlemektedir. Bu durumla ilgili Sokrates’in yozlaşan gençlik ve imparatorluk üzerine söylediği bir sözünü paylaşmak doğru olacaktır.
Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değer değildir.
Kaçışçılık Davranışı Nasıl Ortaya Çıkar?
Kişi kendisini yalnız, değersiz hissettiği için sorunlarla baş edecek enerjiyi kendinde göremediğinde kaçışçılık davranışı ortaya çıkar. Sorunlar ancak onları kabul ettiğimizde çözülmeye başlar. Çünkü yaşadığımız sorunları reddettikçe onlara bağlı olan duyguları ve düşünceleri de kendimizden uzaklaştırmış oluyoruz. Bu nedenle kaçışçılık, sorunların çözümünü fazlasıyla zorlaştıran bir mekanizmadır. Sağlık alanında iyileşme süreci ne ilaçla ne de tedaviyle başlar, iyileşme aslında ilk olarak kişinin hasta olduğunu kabul etmesiyle dolayısıyla sorununu sahiplenmesiyle başlar.
İnsan kendisini tanıdıkça, anladıkça; yaşamını, yaşamının içindekilerini daha iyi değerlendirdikçe kendisini çok daha berrak bir şekilde görmeye başlar. Davranışlarının ardındaki besleyici dinamiği daha iyi anlar. Çünkü bazen basit bir davranış, altında çok komplike arzuları ve yaşanmamışlıkları barındırır. Bu yüzdendir ki insanlara problemleri sorulduğunda çok rahat bir şekilde anlatabilseler de sorunlarını çözecek olan çıkış formülünü kolay kolay bulamazlar. Bazen anlattıklarımız aslında karşımızdakine göstermek istediğimiz benliği gösterir, fakat daha çok anlatmaktan sakındığımız yerlere gizleniriz.
Fotoğraf çekilirken de, poz verirken çoğu zaman doğal halimizi sansürleyerek dışarıya göstermek istediğimiz bir kurguyu gerçekleştirmeye çalışırız. Bu yüzden de objektifin önünde değil, arkasında saklıdır benliğimiz.

Ertelemecilik ve kaçışçılık davranışıyla ilgili meslektaşım Meg Jay’in aşağıda paylaştığım aydınlatıcı TED konuşmasını da izlemenizi tavsiye ediyorum.
Her insan belli düzeylerde kaçışçı davranışlara sahiptir. Bu durum tamamen sağlıksız değildir. Belirli düzeylerde kaçışçılık davranışı sağlıklıdır fakat bu kişinin hayatını kilitleme noktasına geldiğinde istenmeyen sonuçlara yol açar. Bireyin hayatı karmaşık sorun ağlarıyla örülü hale gelir. Bu noktada yaşadıklarımızı inceleyerek, sorunlarımızdan kaçmak yerine onları duygusallıklara kapılmaksızın kabul ederek; çözmek isteyerek hayatlarımız ve çevremizdeki insanlar için çok daha sağlıklı kararlar verebilmenin kapısını açmış oluruz.
Her ne kadar sorunlardan uzaklaştığımızı düşünsek ve buna inansak da beden ve akıl asla acıyı ve stresi unutmaz ve bir yanıyla acıyı yaşamaya devam eder aynı zamanda iyileşmek ister.
Tıpkı Ingmar Bergman’ın sözü üzerine:
“Dil hep ağrıyan dişi yoklar. İnsan acıyı hep aklında tutar.”

Makalede Önerdiğim Film ve Kitaplar:
- Fight Club (David Fincher, 1999)
IMDB - The Dance of Reality (La Danza de la Realidad, Alejandro Jodorowsky, 2013)
IMDB - Endless Poetry (Poesía Sin Fin, Alejandro Jodorowsky, 2016)
IMDB - Neuroplasticity (Moheb Costandi)
The MIT Press - The Mind and the Brain: Neuroplasticity and the Power of Mental Force ( Jeffrey M. Schwartz, Sharon Begley)
Goodreads - The Brain that Changes Itself: Stories of Personal Triumph from the Frontiers of Brain Science (Norman Doidge)
Goodreads
Referanslar:
- Madonna – La Isla Bonita Lyrics
Metrolyrics - Kumsalda – Şarkı Sözleri
Sertab.net