“Bilince çıkmayan herşey, kader olarak tekrar tekrar yaşanacaktır”. — Carl Gustav Jung
Aile Yapıları / Soy Ağacının İnsanların Kimliği Üzerine Etkileri ve Psikolojik Analizi
Davranışlarımızın nedenlerini incelediğimizde ortaya devasa bir tablo çıkar. İnsanın zaman algısı duygulardan, yaşanan olaylardan, travmalardan ve daha birçok önemli faktörden dolayı çok göreceli hale gelir. Kimi zaman sorunlarımızın, yaşadıklarımızın nedenini bir insana, bir olaya ve yakın gelecekte yaşadığımız şeylere atfeder, bağlarız. Algılarımızın da etkisiyle sorunları kimi zaman görmek istediğimiz yerlerde görme eğilimi taşırız. Fakat son yıllarda yapılan çalışmalar ve kitapların ışığında karakterimizi şekillendiren yapılara aile bağlarımız, soy ağacımız gibi yeni faktörler de deneysel çalışmaların sonuçlarıyla beraber eklendi. Aile travmalarımız ve aile yapılarımızın etkilerinin tıpkı kelebek etkisi gibi bizleri etkilediği saptandı. DNA’nın kimyasal yapısının değişmesi yoluyla hafızanın çeşitli şekillerde nesilden nesile aktarılabileceği ortaya çıktı.

Ayrıca “Hayat Ağacı” mitolojide çok özel bir yeri olan bir semboldür. “
Epigenetik ve Kalıtsal Davranışlar
Nesilden nesile bazı davranışların değişmeden devam ettiği bilinen bir konuydu. Fakat bu davranışların nasıl aktarıldığı hep bir gizem oldu. Kimi zaman o kadar göz önündeydi ki bu konu atasözlerinde bile bu konunun anlatıldığını gördük. ‘Armut dibine düşermiş’ ya da ‘Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.’ gibi birçok atasözü adeta kollektif bilincin ve genetik aktarımın kültürel ifadeleri oldu. Bu konuda yapılan çalışmalar epigenetik biliminin önemini daha da ortaya çıkardı. Epigenetik: Davranışlarımızın ve çevremizin, genlerimizin çalışma şeklini etkileyen değişikliklere nasıl neden olabileceğini inceleyen bir disiplindir. Epi yunanca üstü anlamına gelir, Epigenetik, yani gen üstü bir ifadeyi temsil eder.

Kültürel ve Travmatik Miras
“Dedesi koruk yemiş, torunun dişi kamaşmış.“
Taşıdığımız isimlerden tutun ta ki atalarımızın kültürel, manevi miraslarına kadar birçok şekilde dinamizmini geçmişten alan davranışlarımız vardır ve bununla ilişkili olarak karakterimiz de bu kültürel ve nesilsen mirastan payını alır. Genetik hastalık aktarımları bu büyük mirasın sadece bir boyutunu ifade eder. Nasıl ki sözel iletişimler sırasında duyduklarımız düşüncelerimizi dolayısıyla davranışlarımızı etkiliyorsa, kültürel miraslar, isimlerimizin de başka insanlardan duydukça bizde çağrıştırdığı şeyler ve etkiler vardır.
Nesilsel Aktarım Deneyi
Bu konuda farelerle yapılan kiraz deneyini anlatmak çok açıklayıcı olacaktır.
Farelerle yapılan deneyin genel teması şu şekildedir: Araştırmacılar farelere elektriksel ayak şoku vererek kiraz çiçeği kokusuna benzer bir kokudan korkmalarını sağladı. Bu farelerden doğan yavrular şok ortamına hiç bir şekilde maruz kalmamalarına rağmen kiraz çiçeği kokusuna korkarak tepki gösteriyorlardı aynı zamanda bu kokuya olan hassasiyetleri diğer yavru farelere göre %200 oranında daha fazla olduğu gözlemlendi.
Bu deneyi yapan araştırmacı Dr. Brian Dias’ın konuyu açıklayıcı sözleri:
‘Atasal bireylerin deneyimlerinin torun nesillerde nasıl değişimler yarattığını bilmek, bizlerin nesiller arası temeli olan gelişimsel nöropsikiyatrik hastalıklar hakkında daha fazla bilmemizi sağlayacak.’
Bumerang Gibi Geri Dönen Sorunlar
Sigmund Freud’un anlattığı üzere sırlar açığa çıkma eğilimi taşır. Bu durumu “Yineleme Takıntısı” olarak tanımlar. Adeta hayat bize çözemediğimiz sorunlar bu dünyada olmasak biyolojik mirasçılarımıza gönderir. Nasıl ki genetik özelliklerimiz, göz rengimiz ve daha birçok özelliğimiz aktarılıyorsa travmalar da aynı şekilde aktarılır. Travmatik miras yok olmaz bir şekilde muhakkak ortaya çıkar.

Beyin görüntüleme tekniklerindeki gelişmeler sonrasında travma sonrasında beyinde nasıl değişimlerin ortaya çıktığını çok daha iyi gözlemleme imkanı doğdu.
Travma sonrası stres konusundaki çalışmaları ile bilinen Hollandalı Psikiyatrist Bessel van der Kolk: Travma sırasında beynin mevcut ânı deneyimlemekten sorumlu bölümü olan Mediyal Alın Korteksinin konuşma merkezini kapadığını açıklar. Travmanın kelimelerle ifade edilememe durumu, tehdit veya tehlike sırasında beynin hatırlama becerisinin azaldığında meydana gelen kelimelerin yetersiz kalma durumuna benzediğini söyler. Travma sonrasında insanların şok geçirmesi, dilinin tutulması ve adeta bir donma durumu ortaya çıkar. “İnsanların travmatik deneyimlerini hafiflettikleri zaman prefrontal korteksin (bu alan bizi tam anlamıyla insan yapan kısım olarak tanımlanır) zayıfladığını ve bunun sonucunda olarak düşünme ve konuşma zorlukları yaşadıklarını” belirtmiştir. “Tam olarak ne olup bittiği hakkında ya kendileriyle ya da başkalarıyla iletişim kuramaz hale gelirler.”
İnsanların genel olarak hayatta kalma, üreme ve neslini devam etme dürtüsünü incelediğimizde çözülmeyen sorunların ciddi bir engel oluşturduğunu bu yüzden adeta sorunların birer bariyer gibi ailelerin büyümesini, gelişmesini engelleyen zehirli sarmışlar gibi olduğu fark ederiz Görünen yaşantıların dışında perdenin arkasındaki alanda davranışlarımızı etkileyen, seçimlerimizi etkileyen o kadar çok değişken vardır ki bazen bunları fark edemeyip tüm kararlarımızı ve seçimlerimizi bizim verdiğimiz yanılgısına düşeriz.
Örneğin sağlık alanında çalışan insanların travmatik yaşantılara şahit olmalarından dolayı bu alanı tercih ettikleri düşünülür çünkü çok zorlu şartlara maruz kalmışlardır ve bu konudaki hassasiyetleri çok daha fazladır. Yoksunluğunu hissettiğimiz duygular, duygusal ve maddesel açlıklar, eksiklikler davranışlarımızı ciddi anlamda yönlendirir. Kimi zaman ailesel açlıkları da taşır insanlar. Into the Wild filminde ailenin akademik açlık ve saygınlık arzusunu çocuğunun üzerinden gerçekleştirmek istemesi ya da Türkiyede ailelerin en büyük başarı kıstasının çocuklarının tıp fakültesi okuması olması. Çünkü perde arkasında yoğun bir saygınlık, başarı, değer görme arzusu çocuğun eğitim kariyeri üzerinden giderilmeye çalışılır. İsimler de böyledir. Ciddi bir yaşam döngüsünü yükler çocuğa. Çocuğa kimin isim verdiği, nasıl bir psikolojide ve anlamda isim verdiği gibi konular da keza kişilerin hayatını önemli ölçüde etkileyen diğer faktörlerdendir.
Nesilden Nesile Kordon Bağı
“Ebeveynlerim, büyükanne, büyükbabalarım ve daha uzak atalarım tarafından tamamlanmamış, cevaplanmamış halde bırakılan ve soruların etkisi altında olduğuma kuvvetle inanıyorum. Sıklıkla, bir ailede ebeveynlerden çocuklara geçen kişisel olmayan bir karma var gibi görünür. Bana her zaman, önceki nesillerin yarım bıraktığı, tamamlamam veya belki de devam ettirmem gereken şeyler var gibi gelmiştir. “— Carl Gustav Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler
“Ailenizle deneyimlediğiniz geçmişiniz, annenizin daha size hamile kalmadan önce başlar. En baştaki biyolojik formunuzda, henüz döllenmemiş bir yumurta iken anneniz ve büyük anneniz ile hücresel bir çevre paylaşırsınız. Büyükanneniz annenize beş aylık hamileyken, sizi geliştiren öncü yumurta hücreleri zaten annenizin yumurtalıklarında mevcuttur.
Bu da demek oluyor ki anneniz doğmadan bile önce, anneniz, büyük annenizin ve sizin ilk izleriniz, hepsi aynı bedendeydi. Üç nesil aynı biyolojik çevreyi paylaşır.
Doğum anında yaşanan stres, doğum ortamı, annenin hamilelik sürecindeki psikolojisi, doğum yapmaya hazır olması, kortizol seviyeleri başta olmak üzere doğacak olan kişinin psikolojisini ve karakterini önemli şekillerde etkileyen birçok faktör vardır. Çünkü anne eğer hem duygusal hem psikolojik olarak hazır değilse doğumdan sonra istenen anne-bebek bağının oluşması çok daha zor olmaktadır. Son zamanlarda tekrar yükselişe geçen ve ciddi ölçüde pahalı olan su altı doğuma, sosyo-ekonomik düzeyi yüksek kesimlerin rağbet göstermesi de tesadüfi değildir. Çünkü su altı doğum sırasında annenin, çok daha stressiz bir şekilde doğum yaptığına inanılmaktadır. Hatta su altı doğumun yapıldığı İskandinavya ülkelerinde, o bölgenin insanlarının çok daha sakin, soğukkanlı olmasında su altı doğumun yapılmasının etkisi olduğunu söyleyen deneysel olmayan çalışmalar vardır.
Epigenetik – Fetal Programlama / Fetal Adaptasyon
Fetal Programlanma‘da annenin bedeni adeta şunu söyler: “Sen kıtlık ortamında doğacaksın ona göre hazır ol.” Yapılan epigenetik çalışmalar şunu gösterdi: Adeta bedenlerimizin ayrı bir hafızası var ve programlanmış gibi. Beslenme kaynaklarının durumu, çevrenin etkisi gibi birçok önemli durum epigenetik düzeyde değişimlere yol açıyor. Kıtlık zamanlarında hamilelik geçiren annelerin çocuklarının daha sonraki nesillerde şeker hastalığına daha çok yatkın olduğuyla ilgili çalışmalar mevcuttur.
Edinburgh Doğum Sonrası Depresyon Ölçeği bu konuda annelerin depresyon düzeylerini ölçmek için kullanılan bir testtir.
Nesilden Nesile Davranışların Aktarımı ve Etkisi
Kalıtsal aile travmalarının insanların ticari davranışlarını, yatırımlarını genel anlamıyla tüketim davranışlarını ciddi anlamda etkilediğini düşünüyorum. Geçmişte göç travması olan insanların sıcak bir yuva hasretlerini, bir ev satın almak için gece gündüz çalışarak gidermeye çalışmaları, ataları sürekli göçebelik yaparak hayvancılık yapan bir ailenin bütün yatırımlarını altına yapması(çünkü bir göç sırasında altınlarınızı hızlıca alabilir yeni bir yere göç edebilirsiniz, diğer yatırımlar bu şekilde değildir.), ya da atalarından biri çok genç yaşta öldüğü için onun adını yeni doğan çocuklarına veren aile ölen aile üyesini bu şekilde yaşatmayı düşünebilir, büyük büyük dedesi yoksulluktan sokakta donarak ölen birinin büyük bir hayırsever olması gibi geçmiş günümüzü birçok farklı şekilde etkiler. Türkiye toplumsal hareketlerin çok hızlı olduğu bir şeylerin çok hızlı yer değiştirdiği bir ülke olduğu için insanların psikolojik anlamda derinlerde yaşadığı güvensizlik ve huzur arayışı insanlarda evlerinin içini doldurma, sürekli gerekli gereksiz eşyalar alarak istifçilik, biriktiricilik davranışı şeklinde etkiler ortaya çıkardığını düşünüyorum. Besin davranışı da bu durumu yansıtır. Kuruyemişler, turşu, kurutulmuş besinler, kilerin doldurulmaya çalışılması adeta perde arkasında bir gün bir şey olacak ve aç kalacağız mesajının bir nevi hazırlığıdır.
Beslenme Davranışı ve Antropolojik Psikoloji
Hatta kuruyemişle ilgili olarak anlatılan farklı antropolojik hikayeler de vardır. İnsanların ilkel zamanlarda mevsimlerin dışarda avlanmaya elverişli olduğu dönemlerde avlanıp et yediklerini, avlanmadıkları kış mevsiminde ise kadınların topladığı yemişleri mağarada tükettikleri ve bunlarla beslendiklerine dair çalışmalar vardır. Tıpkı günümüzde akşam vakitleri bütün ailenin toplanıp meyve ve kuruyemiş yemesi aslında geçmiş beslenme alışkanlıklarımızdan çok da farklı değildir.
Aslında kökenini geçmişten alan o kadar çok davranışımız vardır ki…
Nesilden Nesile Travmayı Anlatan Bir Hikaye
“Vahşet… Gömülmeyi reddeder… Halk arasındaki inanışlar, hikayeleri anlatılana kadar mezarlarında yatmayı reddeden hayaletlerle doludur. ” —Judith Herman (Travma ve İyileşme)
Nesilden nesile aktarılan travmaların günümüzdeki travmadan bağımsız kişileri ne denli ciddi şekilde etkileyebildiği ile ilgili gerçek bir hikayeyi aktarmak istiyorum.
“Jesse ile ilk karşılaştığımda bir yıldan uzun bir süredir uyuma zorluğu yaşıyordu. Uyuyamama problemi gözlerinin etrafındaki morluklardan görülebiliyordu fakat bakışındaki boşluk daha derin bir hikayesi olduğunu söylüyordu. Yalnızca yirmi yaşında olmasına rağmen Jesse on yaş büyük gösteriyordu. Adeta bacakları ağırlığını daha fazla taşıyamıyormuş gibi kanepeme gömüldü.
Jesse bir atlet olduğunu ve notlarını hep A olan çok iyi bir öğrenci olduğunu ancak inatçı uykusuzluğunun sürekli bir düşüş başlatarak onu depresyona ve umutsuzluğa sürüklediğini anlattı. Bunun sonucu olarak, okuldan ayrıldığını ifade etti ve kazanmak için çok çalıştığı beyzbol bursunu da kaybetmişti. Hayatını yeniden yoluna koymak için çaresiz bir biçimde yardım arıyordu. Geçtiğimiz yıl boyunca, üç doktor, iki psikolog, bir uyku kliniği ve bir natüropati doktoruna gitmişti. Jesse, sabrının sonunun geldiğini söyledi.
Ona uykusuzluğunu neyin tetiklemiş olabileceği hakkında bir fikri olup olmadığını sorduğumda, ‘hayır’ anlamında başını iki yana salladı. Jesse’nin her zaman uykusu kolaylıkla geliyordu. Sonra, on dokuzuncu yaş gününün hemen ardından bir gece birdenbire sabaha karşı saat 3:30’da uyanmıştı. Donuyordu, titriyordu ve ne denediyse bir türlü ısınamıyordu. Üç saatin ve birkaç battaniyenin ardından, Jesse hala tamamen uyanıktı. Sadece üşümüş ve yorgun değildi aynı zamanda daha önce hiç hissetmediği tuhaf bir korkuya kapılmıştı. Öyle bir korku ki eğer kendine, uykuya dalarsa, korkunç birşey olacak gibi geliyordu.
“Eğer uykuya dalarsam, bir daha asla uyanamam.” Kendisini uykuya dalacak gibi hissettiği her an bu korku onu uyandırıyordu. Ayne şey bir sonraki gecede ve ondan sonraki gecelerde de tekrarladı. Çok geçmeden, uykusuzluk onun için gece çilesi haline geldi. Jesse, korkusunun mantıksız olduğunu biliyordu ancak buna son verme konusunda kendisini çaresiz hissediyordu.
Jesse’nin anlattıklarını dikkatlice dinledim. Benim dikkatimi çeken alışılmadık bir detaydı. Bunu ilk kez yaşadığında en başta çok fazla üşüdüğünü “Donuyordum.” diyerek ifade etti. Bunu Jesse ile incelemeye başladım ve ona ailede her iki taraftan da herhangi birinin üşüme, uykuda olma veya on dokuz yaşında olma durumunu içeren bir travma yaşayıp yaşamadığını sordum.
Jesse yakın zamanda annesinin ona varlığını bile bilmediği amcasının, babasının ağabeyinin trajik ölümünü anlattığını açıkladı. Colin Amca, Kanada’nın Kuzeybatı Bölgesi’nde yer alan Yellowknife’ın Kuzeyi’nde bir fırtına sırasında elektrik hatlarını kontrol ederken donarak öldüğünde sadece on dokuz yaşındaydı. Kardaki izler onun dayanmak için mücadele ettiğini gösteriyordu. Sonunda, kar fırtınasında yüzükoyun olarak hipotermi(vücut ısısının düşmesi) nedeniyle bilincini kaybetmiş hâlde bulunmuştu. Onun ölümü o kadar trajik bir ölüm olmuştu ki aile bir daha asla onun adını bile anmamıştı.
Şimdi, otuz yıl sonra, Jesse hiç bilmeden Colin’in ölümünün özelliklerini, özellikle de bilinçsizlik hâline kendini bırakmak konusunda duyduğu korkuyu tekrar yaşıyordu. Jesse için uykuya dalmak aynı şekilde hissettiriyor olmalıydı.
Bu bağlantıyı yapmak Jesse için bir dönüm noktası oldu. Uykusuzluk probleminin otuz yıl önce yaşanan bir olaydan kaynaklandığını bir kere kavradıktan sonra sonunda uykuya dalma konusunda duyduğu korkuya dair bir açıklaması vardı. Artık iyileşme süreci başlayabilirdi. Çalışmamızda öğrendiği araçlarla Jesse hiç tanımadığı fakat korkusunu farkında olmadan kendisininmiş gibi üstlendiği amcası tarafından yaşanan travmadan kendini kurtardı. Jesse sadece uykusuzluğun yoğun sisinden kurtulmakla kalmadı, aynı zamanda geçmişteki ve şimdiki ailesiyle de daha derin bir bağ duygusu kazandı.”
Türkiyede Travmatik Yaşantıların Başlangıç Süreçlerine Örnekler
Türkiyede gözlemlediğim bunun gibi adeta kelebek etkisi yaparak kişiyi etkileyen travmatik süreçlerin başlangıcıyla ilgili gözlemlerimi aktarmak istiyorum.
Doğum
Kimi zaman düşük yaptığı için o acının telafisi ve daha o yas sürecini atlatmadan, anne acıyı yaşamadan yeni bir çocuk yapmak adeta doğacak olan çocuğun gelecekte yaşayacaklarını ciddi anlamda etkilemektedir. Çünkü anne ciddi bir kayıp yaşamıştır. Bu yüzden yeni doğacak olan çocuğuna müthiş derecede bağlı ve koruyucu olur, bunun çocuğuna zarar verdiğini görse bile… Annenin kayıp travmasını atlatamaması, kabullenemeden tekrar bir çocuk yapması, yeni çocuğuyla arasında çok ciddi derecede bağımlı ilişkinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Anne bu çocuğunu da kaybetmemek için, farkında olmadan çocuğu büyümüş olsa bile ona tıpkı bir bebekmiş gibi davranmak gibi hem anne-çocuk ilişkisine hem de çocuğun sağlıklı karakter gelişimini engelleyecek davranışlar içersine girme riskini barındırmaktadır. Fakat yaşanan travmanın ilacı olarak çocuk doğurmak sağlıklı bir tutum değildir. Er geç bastırılan duygular farklı şekillerde çocuğun davranışları üzerinden ortaya çıkacak ve direkt olarak anneyi etkileyecektir.
İsim
Ailede çok sevilen kimi zaman genç yaşta hayatını kaybeden(trafik kazası, kalp krizi, öldürülme, ani ölümler) kişinin adının yeni doğan bir çocuğa verilmesi. İsimler ailenin doğan çocuğa bıraktığı kültürel, inançsal ve etnik miraslardır. İsimleri Pandora’nın kutusuna benzetebiliriz. Bir isim kendi içinde bir felsefe, kültürel kodlar ve inançlar olmak üzere birçok şey taşır. Çocuğun taşıdığı isim ona birçok farklı çağrışımlar yapacaktır. Ölen aile üyesinin adını taşıyorsa bu kişiyi fazlasıyla düşünecektir. Bilinçaltının öyle bir boyutu vardır ki farkında olmadan kimi zaman bir hastalığı, ölen bir kişiyi taklit etmeye başlarız yaşantımızla. Aile zaten dolaylı olarak ölen kişiye karşı hissettiği duyguları, çocuğuna o ismi vererek canlandırmaya çalışır. Ölen bir kişinin adını çocuğa vermek her ne kadar aile geleneği, kültürel mirasın sürekliliği gibi birçok farklı konudan beslense de verdiği isim çocuğun karakterini ciddi anlamda etkileyecektir. Ebeveynlerden birinin eski sevgilisinin adını çocuğa vermesi, ya da manevi anlamı ağır olan isimlerin çocuklara verilmesi çok travmatik yaşantılara neden olabilmektedir. İsim, ailenin gerçekleşmemiş arzularının ifadesidir, atlatamadığı travmaların yansımasıdır. Eski zamanlarda bir toplumu ortadan kaldırmanın en önemli aşaması olarak o toplumun dilini, kültürel mirasını ortadan kaldırmak, yasaklamak olarak görürdü toplumlar. Çünkü toplumsal hafızamız sözel aktarım ve iletişim yoluyla aktarılır. Savaşlarda ölen insanların isimlerinin özellikle yaşatılması bir anlamda toplumsal hafızanın diri tutulması isteğinin ifadesidir.
Eskilerin de dediği gibi: “Söz uçar, yazı kalır.”.
Göç
Göç ailelerin ve toplumların yaşadığı en büyük kitlesel travmalardan biridir. İnsanı besleyen sayısız toplumsal damar vardır. Bir anlamda göç kişileri ve toplumların köklerinden ayrılması anlamına gelmektedir. Bir anlamda göç sonrası modernite içinde eriyen toplumlar ve kültürler için kullanılan köksüzleşme ifadesi daha bir anlam kazanmaktadır. Türkiye tarihsel süreçten bu yana en değerli ticaret yollarının üzerinde olmuştur. Bu yüzden hem toplum anlamında hem bireysel anlamda en yoğun insan trafiğinin yaşandığı coğrafyalardan biridir. Çocuklar büyüme süreçlerinde ailelerin direkt veya dolaylı olarak anlattığı hikayelerle büyür. Bunlar adeta bilinçaltına yüklenir. Yaşanan kıtlık dönemleri, ekmeğin karneyle alınması, insanların hastalanarak tıbbi yardım alamadığı için öldüğü dönemler gibi birçok travmatik yaşantı çocuğun hafızasına yüklenir. Bu dolaylı olarak kişilerin hem tüketim tercihlerini hem meslek seçimlerini etkileyebilir. Göç bir anlamda aniden yoksullaşmak, tüm mal varlığını yitirmesi demektir. Bu o kadar büyük bir korku yaşatır ki kişi de travmayı atlattıktan sonra aynı düşünceleri devam eder. Örneğin Rus insanlarının poşetleri dahi biriktirmesi lazım olur diye her şeyi daha sonra kullanırız diye kaldırmaları, saklamaları 2. Dünya savaşında yaşanan travmatik durumun yansımasıdır.
Türkiye de ise bunu biriktirme davranışı şeklinde gözlemliyorum. Yurt dışındaki insanlar bir daha ki tatili ve geziyi nereye yapsak diye düşünürken Türkiyede insanlar alacağı koltuk takımını veya halıyı düşünür. Yoğun bir erzak, kiler kültürü hakimdir. Bu duruma biraz uzaktan baktığımızda biriktirme davranışının aslında travmatik bir sona karşı yapılan hazırlık olarak görebiliriz. Sanki günün birinde yoğun bir kıtlık yaşanacak ve bu duruma karşı olabildiğince açlıktan ölmemek için depolarımızı, kilerlerimizi doldurmalıyız. Yüz yıl gibi toplumlar için kısa sayılabilecek bir sürede defalarca devalüasyon ve toplumsal travmaların yaşanmış olması insanların tüketim davranışlarını ve davranışlarını ciddi anlamda etkilemiştir.
Nasıl ki biyolojik anlamda sirkadyen ritim dediğimiz saatlerimiz varsa hem toplumsal hem bireysel anlamda senkronize olmamızı sağlayan bir zaman algımız da vardır. Travmatik durumlarda insanların içe kapanma davranışı, kirpilerin kendi içlerine kapanıp dikenlerini kabartmalarına benzer. İçe kapandıkça kişinin gelişimi durur. Tıpkı yaşanan psikolojik bozukluktan dolayı kişinin sorunla uğraşmaktan dolayı bütün zamanını ve enerjisini yaşadığı şeye harcamasına benzer. Evler de bir anlamda mağara arketipine benzer. Travma yaşadıkça toplum mağarasına kapanır. Sosyalleşme azalır, etkileşim azalır ve güvensizlik ortaya çıkar. Hem toplumsal anlamda hem bireysel anlamda gelişim çok ciddi anlamda duraksar. Türkiyede bunun yansıması olarak yatırım olarak birinci amacın ev olmasını daha iyi anlayabiliriz. Kişinin bir evinin olması kişisel gelişiminden ve daha diğer birçok şeyden önce gelir. Maslow’un İhtiyaçlar hiyerarşisini incelediğimizde aslında toplum anlamda basamağın ilk aşamalarında olduğumuzu bu yüzden neden düşünsel anlamda açmazlarımızı aşamadığımızı, istenen toplumsal mental seviyeye gelemediğimizi daha iyi anlayabiliriz.

Göç bir anlamda toplumsal hafızanın da göçüdür. Kişiler yaşadıkları dünyayı, taşındıkları yere de götürür. Göç eden ailede, göç sırasında yaşananlar, göç etme sebebi ve eski travmaları yeni yaşantıyı hatta doğacak çocukları dahi etkileyebilir. Örneğin göç eden ve açlık travması yaşayan bir ailede doğacak çocukların obezite riski taşımaları çok yüksektir. ABD’de obezite oranının geçmişte kölelik travmaları olan Afro-amerikalılar arasında yüksek olması tesadüf değildir.
Aile
Freud, bundan yüzyıl önce travmalarının tekrarlanan yapılarını keşfetmişti. Adeta bastırılan travmalar, atlatılamayan travmalar tekrar tekrar yaşantılanır bireyin hayatında. Çözülmek ister travma, açığa çıkarılmak ister. Çünkü atlatamadığımız ve bastırdığımız travmalar yaşam enerjimisini emen asalaklara dönüşür. Aile yaşantılarından ve yetiştirilme biçiminden dolayı bireylerin hayatı aile yaşantıları tarafından ciddi anlamda etkilenir. Teknik anlamda Şema Terapi alanındaki çalışmalarla incelenen bu sorunlu yapıları incelediğimizde alkolik bir babaya sahip bir çocuğun çocukluğundaki travmatik ortamların psikolojisini direkt etkilemesi ve bu durumu sağlıklı bir şekilde atlatamamasından dolayı ilişkilerinde alkolik insanları tercih etmesi tesadüfi bir tercih değildir. Ailemizdeki travmaların demosunu adeta yaşamlarımızda farklı şekillerde tekrarlarız. Tercihlerimizdeki ve davranışlarımızdaki tekrarlayan yapıların, duyguların ve örüntülerin arkasında farklı yaşantıların ve psikolojik durumların farkına varıp aydınlandığımızda, kısırdöngülerin aslında kader olmadığını daha iyi fark edebiliriz.
Aile adı konmamış bir okul gibidir, dünyaya, insanlara ve ilişkilere dair ilk modelleri, tanımları orada öğreniriz. Adeta matrix filminde kişinin bilincine yüklenenler gibi aile kişiye sayısız konuda aktarım yapar. Çocuğun annesi nasıl ki anneliği annesinden öğreniyorsa çocuk da anne baba olmayı bu aile ortamında öğrenir. Yaptığım gözlemlerden de hareketle örneğin bakıcı tarafından büyütülmüş çocukların yaşamlarının ileri ki dönemlerinde ilişki kurma konusunda sorun yaşadıklarını gözlemledim. Çocuğun psikolojik ve fiziksel gelişiminin en hassas dönemlerinde anneyle kurulamayan sağlıklı bağ, çocuğun gelecekte yaşadığı ilişkilerden tutun ta ki konfor alanından uzaklaşıp, uzaklaşamamasına kadar birçok konuyu etkileme gücüne sahiptir. Bu konuda son zamanlarda yazılmış bu konuyu çok iyi açıklayan ve anlatan Dr. Klinik Psikolog olan Jonice Webb tarafından yazılmış bir eser olan Çocuklukta İhmalin İzi: Boşluk Hissi adlı kitabın okunmasının bu konuyu anlamada farklı bir pencere açacağına inanıyorum.

Çocuğun doğduğu kilo, doğarken ne kadar gürbüz olduğu ya da hep kilolu ve çok sağlıklı bir çocuk olduğundan dönem dönem bahsetmek diğer kardeşlerin derinlerde çok daha zayıf hissetmesine yol açar. Çünkü sağlıklı ve gürbüz bir bebek aileler için bir gurur, büyük bir sevinç kaynağıdır. Fakat bunun gibi çocukların doğarken kendilerinin seçemedikleri durumlardan dolayı kendilerini zayıf hissetmeleri onları kötü anlamda zayıf hissettirir. Bu konu leyleklerin yavrularıyla olan ilişkisine benzer ilkel anlamda. Leylekler bütün yavrularını besleyecek yiyeceği bulamadığında şüpheli, hastalık ve zayıflık belirtileri gösteren yavruyu iç güdüsel olarak yuvadan atar. Leylekler yavrularını büyütebilmek için belirli kısa zamanlara sahiptir. Bu yüzden bu kısa zamanda mümkün olan en hızlı şekilde yavrusunu en gelişmiş haline getirmeyi amaçlar. Bunun için bazen zayıf olan yavrusunu yuvadan atar ve hayatta kalma ihtimali daha fazla olan yavrusunu besler. Özetle aile içindeki iletişimde çocukların kendini zayıf ve doğal nedenlerden dolayı çok güçlü hissedecekleri konulardan bahsetmek çocuk ruh sağlığı ve karakter gelişimi açısından riskli davranışlara yol açabilir.
Ayrıca Türkiye’de doğumdan sonra kordon bağının okula ya da bir hastane bahçesine gömülmesi, çocuğun o yönde bir kariyere veya hayata sahip olması yönündeki dilek, anne-bebek arasındaki ilişkiye dair bir kollektif hafızanın ürünü olan bir gelenek olabilir.
Kelebek Etkisi ve Psikoloji
Kelebek Etkisi, Edward Norton Lorenz’in meşhur benzetmesi: “Amazon Ormanları’nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD’de bir fırtınanın kopmasına neden olabilir.” cümlesiyle bilinir. Anne karnındaki dönem, bebeklik dönemi ve çocukluk döneminde maruz kalınan farklı değişimlerin tıpkı Kelebek Etkisi gibi yetişkinlik ve hayatımızın ilerleyen dönemlerinde çok ciddi değişimlere yol açabileceğini düşünüyorum. Geçmişte verilen kararlar ilk başta her ne kadar küçük görünsede kişiyi çok farklı yerlere götürebilir.
Bu yüzden yetişkinlik döneminde karşılaştığımız durumların geçmiş olan ilişkisini aydınlattığımızda çok daha farklı bir bilinçte olacağımızı düşünüyorum. Psikolojik bir yapıt olan Kelebek Etkisi filmi bu konuda izlenebilir.

İnsan, hayatın sayısız alanında kendisini, öteki dediğimiz ayna üzerinden yansımalarını okur ve anlar. Bu yüzden ötekiyle ilişkimiz, benliğimizi anlamamızı sağlayacak birçok şeyi bize söyleyecektir.
Önerdiğim Kitap ve Filmler:
- Seninle Başlamadı (Mark Wolynn)
- Çocuklukta İhmalin İzi: Boşluk Hissi (Jonice Webb)
- Into the Wild (2007, Sean Penn)
- Kelebek Etkisi (2004, Eric Bress, J. Mackye Gruber)
Referanslar:
- What Do You Mean, “Epigenetic”? – Carrie Deans, Keith A. Maggert
Genetics. 2015 Apr; 199(4): 887–896 - Can the Legacy of Trauma be Passed Down the Generations?
BBC Future - The Body Keeps the Score
Bessel van der Kolk, MD - How Does Circadian Rhythm Work?
The Sleep Foundation - Obesity and African Americans
US HHS Office of Minority Health Resource Center - The Schema Therapy Model
International Society of Schema Therapy