Okuduğum birçok kitap ve terapi deneyimlerimden ve danışanlarımdan gözlemlediğim kadarıyla, insanlar genelde yaşadıkları sorunları, psikolojik bozukluklarını ve hayatlarında “sorunlu” olarak tabir ettikleri daha birçok şeyin kaynağını / nedenini farklı yerlerde — kimi zamansa görmek istedikleri yerde — aramaktadırlar.
Bilgi çağında en çok yabancılaşmayı yaşadığımız bu trajik modern zamanda ilginç çelişkilerin öznesi olmaktan kurtulamıyoruz. Kategorize edilmiş milyarlarca bilgi, psikoloji kitapları ve daha nice bilgiler sokakta rüzgarla beraber uçuşan ucuz, değersiz gazete sayfaları gibi ortalıkta duruyor ve ilginç bir şekilde bilgiye rağmen bilgisizlik yaşıyoruz. Bu noktada kimseyi veya bir şeyi suçlamak istemiyorum. Çünkü bir olayı yaşarken kendimize yaşattığımız duygular yaşayacaklarımızı da ciddi anlamda etkileme, belirleme gücüne sahip oluyor. Suçlama varsa, şüpheliler, suçlu, mahkum, ceza, bağışlanma, suç ve ceza vardır. Bu yüzden daha konunun başında duyguları belirlemek yerine önemli bulduğum birkaç duygu kaynağını açıklamak ve değerlendirmek istiyorum.
Disfonksiyonel Aile Geçmişiyle Ortaya Çıkan Kısır Döngülere Örnekler
- Alkolik bir ebeveyne sahip bireyin yoğun alkol kullanması ya da alkol kullanan insanlarla ilişkisinin olması (kimi zaman özellikle sevgilisinin alkolik olması gibi ya da çocukluğunda şiddete maruz kalan bireyin yetişkinlik döneminde evlendiği insanın ilginç bir şekilde öfke kontrol sorunu olan, şiddet uygulayan biri olması gibi)
- Yoğun stres yaşanan bir ortamda yaşayan bireyin kendini ifade etmesinin engellenmesi sonrasında vücudunda psiko-strese bağlı hastalıkların ortaya çıkması (konversiyon bozukluğu) ya da psikosomatik bozukluklar gibi)
- Yoğun duygu ve temas eksikliğinin olduğu bir ailede beslenme bozukluklarının ortaya çıkması
- İstenilmeyen bir işte çalışmak, iş ilişkisinden dolayı sürekli sürekli kişi için rahatsız edici iş ilişkileri ve iletişimlerinin içinde olmasından dolayı kişide yoğun tükenmişlik, enerjisizlik ve depresif belirtilerin ortaya çıkması
- Ailevi travmalardan dolayı (fiziksel, cinsel, duygusal istismar) kişinin sürekli suçluluk ve değersizlik duyguları yaşaması ve tüm dünyayı bu duyguların yoğunluğu üzerinden algılaması
- Anne-Baba ilişkisinden dolayı kişinin kendi ebeveynlerine benzer bir ilişki döngüsüne girmesi — Örneğin, baba şiddet uyguluyorsa çocuğun suç işlemiş veya riskli davranışlı kişilerle duygusal ya da evlilik tarzı ilişkiler yaşama eğiliminde olması.
İnsanlar genel olarak bir şeyi düşünürken özellikle de duygulanımın yoğun olduğu konularda düşünce yapıları ciddi anlamda “kendiliklerinden” dolayı düşüncelerini ve algıladıklarını etkiler. Bir şeyi bildiklerini, öğrendiklerini düşündüklerinde de yanılma payları ciddi anlamda yükselmiş oluyor. Yunan Filozof Epiktetos’un sözünü bu noktada hatırlamak önemlidir: “bir insanın bildiğini zannettiği bir şeyi öğrenmesi imkansızdır”. Bu yüzden bilmek nedir sorusu çok ciddi bir soru olarak karşımıza çıkar. Bir insanı bilmek mümkün müdür? Bir insanın yaşadıkları, travmaları, ilişkileri, ailesi, yaptığı seçimler, özlemleri, açlıkları, yaptığı tercihlerden dolayı ve daha sayamadığımız ve kişiyi etkileyen binlerce şeyin sentezi olan bir varlığı ne kadar bilebiliriz? Fakat insan bir yandan da birini tanımak söz konusu olduğunda peşin hükümlüdür kimi zaman önyargılıdır. Bu yüzden birini detaylı olarak tanımak yerine ipuçlarını birleştirerek karşısındaki insanın hızlı bir eskizini çizmeye çalışır. Zaman herkes için farklı akar.
Bir insanı nasıl tanımladığınızı düşünebilirsiniz: “İyi, kötü, bazen iyi bazen kötü, sadık, cömert, cimri, öfkeli, gergin, kurnaz, manipülatif” gibi. Bir insanı tanımladığınız anda aslında yaşanacak çok şeyin fitilini ateşlemiş oluruz. Tanımladıktan sonra hayal kırıklığı ve travmaların ve daha birçok duygunun yaşanma ihtimalini de başlatmış oluruz. Metodolojik olarak sorunların çekirdeğine gitmemiz hem yaşanan duyguyu anlamak, hem problemin sistematiğini kavramak hem de yaşanan duruma panoramik bir bakış atmamızı sağlayacaktır. Ruh Sağlığı alanında sendrom ve belirti kavramları tedavi ve iyileşme sürecinin çok önemli bileşenlerinden ikisidir. Her sorun, her hastalık bireyin düşünüş ve davranış biçiminde bazı değişimler ortaya çıkardığı için bu değişimleri ve belirtileri izlemek, anlamak sorunun kaynağına inmekte yol gösterici olacaktır. Bu yazımın konusunda insanın en çok bildiğini sandığı, en çok zaman geçirdiği, en duygusal olarak etkilendiği yapı olan “Aile ve Ebeveyn” konusunu hem psikolojik anlamda hem de Psikolog Susan Forward ve Craig Buck’un yazarı olduğu bu konuda çok aydınlatıcı ve yol gösterici bir eser olan “Zor Bir Ailede Büyümek” kitabı üzerinden değerlendireceğim.

Psikoloji denince akla ilk gelen şeylerden biri “çocukluğa inmek” konusu olur. Çocukluk dönemine genel olarak baktığımızda çok hızlı bir gelişim süreci olduğunu görürüz. Bununla beraber daha “bilinçsiz”, “çocukça” diye tabir edilen davranışlar yoğunluktadır. Psikoloji ve diğer disiplinlerin daha detaylı incelemeleri ve yetişkin dönemindeki davranışlarla çocukluk dönemi yaşantılarının birbiriyle yoğun ilişkisini ortaya koyan çalışmalar bu dönemin önemini daha da ortaya koymuştur. Her ne kadar toplum bu dönemdeki davranışları çocukça diye nitelendirse de aslında çocukluk dönemi duyguların ve dünya ve ilişkiler hakkındaki düşüncelerin temellerinin atıldığı dönemdir. Çocuğun sevgi ve sevilme anlayışı, yalnızlık ve sosyallik algısı, iyi insan-kötü insan algısı, tehlikeli ya da güvenli diye tabir ettiği ve ortam ve kişilere dair algıları tam olarak çocukluk döneminde kodlanır. Çocuk durmaksızın sorular sorar, her yeni cevap onda yeni soruların ortaya çıkmasını sağlar. Çocuk bu sorulara aldığı cevaplar ve aile ortamında yaptığı gözlemler, duyduklarından ve gizil bir şekilde öğrendiklerinden hareketle bir “biliş, bilme” gerçekleştirir ve öğrenir.
Özellikle çocukluk döneminde mental olarak gelişim devam ettiğinden dolayı çocuk, bir yetişkin gibi çıkarsamalar ve analizler yapamaz. Daha çok sezgisel ve duygusal ön görülerle yaklaşır olaylara ve insanlara. Bu yüzden çocukların manipülasyona daha açık olduğunu biliriz ve çocuklar bu yüzden çok daha hassas bir şekilde korunur, korunmalıdır.
Kişilik Oluşumu ve Freud’un Psikoseksüel Kuramı
Çocukluk döneminin önemini anlatan ve bu dönemdeki davranış ve yetiştirilme biçiminin kişinin psikolojisine ve davranışlarına olan etkisini açıklayan kuramlardan biri olan
Sigmund Freud’un Psikoseksüel Kuram’ını incelemek bu konuda genel bir anlayış ve farkındalık geliştirmek açısından faydalı olacaktır.
Kişilik gelişimi nasıl olur, kişiliğin gelişiminde hangi olaylar ve süreçler etkilidir? sorularına Freud bu kuramıyla cevap bulmaya çalışmıştır.
Psikoloji dünyasını en çok etkileyen isimlerden biri olan Sigmund Freud’a göre çocuklar, çocukluk döneminde yetişkinlikteki kişiliklerinin gelişimini etkileyen bir dizi Psikoseksüel Dönemden geçer. Kuramı anlatmadan önce bu Freud’un Psikoseksüel Kuramı’nın hala bir kuram olduğu ve psikolojideki en tartışmalı konulardan biri olduğunu belirtmekte fayda var.
Psikoseksüel Kuram
Oral, Anal, Fallik, Latent ve Genital dönem olmak üzere 5 temel gelişim dönemini anlatır. Yazının ilerleyen bölümlerinde sıkça kullanacağımız “libido” ve “Psikoseksüel Enerji” kavramlarının toplumda yaygın olarak düşünülenin/kullanılanın aksine cinsel anlamda değil de davranışın arkasındaki itici güç, davranışın sürekliliğini sağlayan dinamik güç anlamında kullanıldığını belirtmek önemlidir.
Psikanalitik teoriye göre bir insanın kişiliği, genel hatlarıyla 5 yaşına kadar şekillenmiş olur. Bireyin yaşamının erken dönemlerindeki yaşantıların, kişinin hayatının ilerleyen dönemlerinde davranışlarını etkilediğini belirtir. Aşağıda açıklayacağımız üzere saplantı/fiksasyon çocuğun belirli bir gelişim döneminde yeterli doyuma ulaşamayıp o döneme takılı, takıntılı olması durumunu açıklar. Örneğin oral dönemde takılma/fiksasyon yaşamış bir bireyin kişilerarası ilişkilerinde aşırı bağımlı, yoğun sigara içme, tırnak yeme, küfürlü konuşma gibi oral bölgeye özgü davranışlar geliştirmesi gibi Bu hassas dönemlerdeki doyumun ve sorunların çözümüne veya çözülmemesine göre kişinin karakterinde farklı yapılar, savunma mekanizmaları ve refleksler ortaya çıkar, bu dönemlerde yeterli doyum ve sağlıklı bir şekilde bu dönemlerin aşılmasıyla beraber sağlıklı bir kişilik gelişiminin ortaya çıktığını açıklar bu kuram.
Oral Dönem
- Yaş Aralığı: 0-1 Yaş
- Erojen Bölge: Ağız
Oral dönemde bebeğin dış dünyayla olan fiziksel ilişkisi ağız yoluyla olur ve bu dönem id’in (ilkel benlik/alt benlik) kontrolü altındadır. Her ne kadar bazı kaynaklarda 0-12 ay döneminde gerçekleştiği söylense de bazı çocuklarda 0-24 ay’a kadar uzayabilmektedir Oral Dönem. Yeni doğan’ın tüm haz alma, doyuma ulaşma, gereksinimlerini karşılama yolu ağızdır. Bu nedenle bebekler bu dönemde her şeyi ağızlarına alarak tanımaya çalışır, her nesneyi ağızlarına götürürler. Bu noktada sağlıklı bir dönem geçirmenin ölçütü dengeli bir doyuma ulaşmaktır. Bu dönemde yaşanan aşırı tatmin veya tatminsizlik, doyuma ulaşamama bu dönemde takılı kalmaya, saplantı yaşamaya (oral fiksasyon) neden olur. Bu dönemde yaşanan takılma ve saplantının bireyin yaşamının ilerleyen dönemlerinde sürekli sakız çiğneme alışkanlığı, kalem veya nesnelerin tepe kısmını ısırma, obezite, sigara bağımlılığı, sürekli küfürlü veya hakaret içeren tarzda konuşma ve oral sekse düşkünlük şeklinde davranışlara ve ayrıca bağımlı kişilik yapısının oluşumuna zemin ve yol açabileceğini belirtir. Dikkati çeken refleks emme refleksidir, öğrenilmemiş bir davranıştır. Ağız yemek yemek dolayısıyla hayatta kalmak için hayati önem taşıyan bir bölgedir. Bebek tatma, emme gibi beslenme odaklı davranışlardan haz alır, rahatlar. Bu aşamada bebek tamamen kendisine bakım verene muhtaç olduğundan anne veya bakım verenin kendisini beslemesinden dolayı bebekte güvende hissetme ve rahatlık duygusu gelişir. Bu dönemdeki ilk stresli olay bebeğin sütten kesilmesi durumudur. Sütten kesildikten sonra bebek, bakım veren kişilere karşı daha az bağımlı hale gelir. Bu dönemdeki olası takılma ve saplantı durumunda Freud bebeğin hayatının ileriki dönemlerinde bireyin bağımlılık ve saldırganlıkla ilgili sorunları olacağına inanıyordu. Teoriye göre bu dönemdeki saplantı, Oral Fiksasyon yemek yeme davranışı, içme davranışı, sigara içme ve tırnak yeme gibi farklı konularda davranış bozukluklarına göre yol açabilir.
Anal Dönem
- Yaş Aralığı: 1-3 yaş.
- Erojen Bölge: Bağırsak ve Mesane Kontrolü
Anal Dönem Psikoseksüel kuramın ikinci aşamasıdır. Genellikle 12-36 aylar arasında gözlemlenir. Süper egonun gelişmeye başladığı dönemdir. Süper egoyu özetleyecek olursak ilkel benlikten, idden gelen istekleri denetleyen yargıç gibidir. Karar merciidir. Freud’a göre “Tüm ahlaksal kısıtlamaların temsilcisi, mükemmellik yolundaki çabaların savunucusudur.” Freud’a göre Anal Dönemde libidonun birincil odağı mesane ve bağırsak hareketlerini kontrol etmekti. Bu dönemde yaşanan en büyük çatışma ise tuvalet eğitimidir. Oral dönemde bebek anneye/ bakım verene aşırı bağımlıydı, bu dönemde ise bebek yavaş yavaş inisiyatif almaya, bireyleşmeye, özgürleşmeye başlar. Bu dönemin çok önemli başlıklarından biri ise çocuğun bedensel ihtiyaçlarını kontrol etmeye başlamasıdır. Bu kontrolü başarmak ise bağımsızlık ve başarılı olmak gibi hayatı çok farklı etkileyen dinamiklerin ortaya çıkmasını sağlar. Freud’a göre bu dönemin sağlıklı bir şekilde doyuma ulaşması ve aşılması tamamen ebeveynin tutumuna(tuvalet eğitimi ve bu süreçteki davranışlar, pekiştirmeler ve olumsuz tepkiler) bağlıdır.
Tuvaleti uygun zamanlarda ve doğru şekillerde kullandıkça çocuklarını öven ve başarılarını kutlayan, istenen davranışı doğru bir şekilde yerine getirdiği için çocuğu destekleyen ve onore eden ebeveynler bu tutumlarıyla çocuğu olumlu davranışları konusunda pekiştirir, bu yönde ebeveynlerinden olumlu geri bildirim alan, destek gören çocuklar üretken, başarılı, yetenekli ve özgüvenli hisseder. Freud ayrıca, tuvalet eğitimi dönemindeki olumlu gelişmelerin ve bu dönemin sağlıklı, başarılı bir şekilde atlatılmasının kişinin yetişkinlik döneminde üretken, yetenekli ve başarılı olma durumlarını önemli derecede olumlu yönde etkileyeceğini düşünüyordu.
Diğer yandan çocuğun altını kirletmesi, ıkınması ve kendisini, tuvaletini temizlemesi temel bir öz bakım gerekliliği olduğu gibi aynı anda mutluluğunu ve kızgınlığını ifade etmek için de kullanabileceği yöntemlerden biridir. Örneğin: Annesiyle tartışan bir çocuğun tuvaletini salonun ortasına yapması davranışı gibi. Bu tartışma sonucu çocukta ortaya çıkan öfke ve tepkisellik bu şekilde duygunun dışavurumu / Davranışsallaşması olarak görülebilir. Çocuğun bu hassas dönemi sağlıklı ve dengeli bir şekilde atlatması çok önemlidir. Bu dönemde ebeveynin aşırı hoşgörülü/esnek davranması ve çok baskıcı / cezalandırıcı / utandırmaya yönelik davranışlar sergilemesi aynı şekilde bu dönemde takılma / fiksasyon yaşanmasına yol açabilir.
Anal Fiksasyon’un Ortaya Çıkarabileceği Davranış Örüntüleri
Her ebeveyn bu dönemde çocuğun ihtiyaç duyduğu desteği, olumlu davranışa yönelik çocuğun ihtiyaç duyduğu desteği sağlayamaz. Freud, bu dönemde bakım verenin çocuğa yönelik baskıcı, cezalandırıcı, aşağılayıcı , katı davranışlar ve tuvalet eğitimine başlanması gerekenden daha erken zamanda başlanması durumunda çocuğun anal fiksasyon/takılma yaşamasına ve gelecekte düzene obsesyon derecesinde takıntılı, tuvaletle ilişkili işlerde fazla vakit geçirme, cimrilik, inatçılık, kararsızlık davranışlarına genel anlamda ise “Anal Tutucu” kişilik özelliklerinin ortaya çıkmasına yol açabileceğini öne sürer.
Freud, bu dönemde ebeveynlerin aşırı hoşgörülü davranması durumunda ise bireyin dağınık, sorumsuz, müsrif veya yıkıcı bir kişiliğe sahip olacağı “Anal Kovucu” bir kişiliğin gelişebileceğini öne sürer.
Fallik Dönem
- Yaş Aralığı: 3. yaşın son dönemlerinden 6. veya 7. yaşın son dönemleri.
- Erojen Bölge: Cinsel Organlar
Fallik Dönemde libidonun birincil odağı cinsel organlardır. Bu yaş döneminde çocuklar kadınlar ile erkekler arasındaki farklılıkları keşfetmeye başlar. Bu evrede çocuklar kadın ve erkek arasındaki cinsel farklılıklara, kendi cinsel organlarına, bu farklılık ve organların anlamlarına yönelir. Sevgisini kendisinin dışındaki karşı cinse yönlendirmeye başlar. Kız çocuklarında sevgi nesnesi “Baba”, erkek çocuklarda sevgi nesnesi ise “Anne”dir. Freud, ayrıca bu dönemde erkek çocuklarının, babayı annenin sevgisine yönelik bir rakip olarak gördüğünü düşünüyordu. Bu noktada Oedipus Kompleksi annenin sevgi veren, bakım veren, güvende hissettiren özelliklerinden dolayı anneye sahip olma isteğini ve babayı rakip olarak görme hatta babadan nefret etmeye varacak kadar ilerleyen durumu ifade eder. Ayrıca çocuk annesine karşı hissettiği duyguların babası tarafından fark edileceği, öğrenileceğinden dolayı baba tarafından cezalandırılmaktan, penisinin kesileceğinden, baba tarafından hadım edileceğinden korku duyar. Bu durum kastrasyon korkusu/iğdiş edilme kaygısı gibi farklı isimlerle bilinir. Anneyi elde etmenin bir yolu olarak çocuk gittikçe aynı cinsten ebeveyniyle özdeşleşme kurmaya başlar. Bazen filmlerde çocuğun babası gibi yüzüne köpük sürüp traş olmak istemesi gibi. Huzurlu, sakin ve mutlu bir ailede sevgi dolu bir annenin varlığıyla bu süreç çok sağlıklı bir şekilde atlatılır. Aksi durumda ise teoriye göre bu dönemdeki yetersizlikler ve takılmalar yaşanması durumunda kişide gelecekteki dönemlerde çekingenlik, girişimcilik konusunda çok endişeli olmalı, cinsel kimlik gelişimi konusunda sorunlar, cinsel ilişkiden kaçma/kaçınma, cinsellikten soğuma şeklinde davranışlara yol açabileceğini belirtir.
Kastrasyon Korkusu (Kastrasyon Fobisi / İğdiş Edilme Kaygısı) ve Sünnet
Sünnet’in uygulandığı ülkelerde genelde sünnet işlemi (sirkümsizyon) 2-7 yaşları arasında yapılır. Çocuk ruh sağlığını kötü etkilememesi için özellikle 2 yaşından küçük ve 7 yaşından büyük olduğu yaş dönemlerinde sünnet’in daha az travmatik olacağı bu yüzden 2 yaşından küçükken veya 7 yaşından büyükken sünnet yapılmalıdır. Çünkü 2-7 yaşları arasında çocuk vücuduyla yeni yen tanışırken ve cinsel organını keşfettiği süreçte zorla, baskıyla, travmatik bir şekilde sünnet yapmak çocukta yetişkin dönemlerde de etkili olacak şekilde travmatik duygulara ve davranışlara yol açabilmektedir. Çünkü Oedipus Kompleksi’nin yaşandığı 2-7 yaş aralığı zaman diliminde çocuk hali hazırda psikolojik durumundan (Annesine olan ilgisi babası tarafından anlaşılacak/farkedilecek bu yüzden bu düşüncelerinden dolayı penisinin kesilmesi/iğdiş edilmesi şeklinde cezalandırılacağını düşünür.) dolayı suçluluk ve iğdiş edilme/ penisinin koparılması/kesilmesi kaygısını ciddi bir şekilde yaşamaktadır. Özellikle ailelerin çocuğa yönelik travmatik konuşmalar yapması: “Akıllı olmazsan kökünden, hepsini keseriz, ağlama” ve çocuğun zorla birden fazla kişinin tutması, zapt etmesi çocukta ileride eğer istenirse penisinin tamamen kesilebileceğine dair bir fobi (Kastrasyon Fobisi) ve travma ortaya çıkmasına neden olur. Bu yüzden Sünnet işlemi Oedipus Kompleksi’nin yaşandığını dönemle çakışmayacak bir şekilde ve çocuğun kendini güvenli hissedeceği, travmatize olmayacağı bir şekilde, kendisine anlatarak ve destek olarak çok daha tıbbi şekillerde uygulanması daha sağlıklı olacaktır. Aksi durumda erkekliğini kutsama, penisten dolayı yüce olduğunu hissettirme çocukta gelecek dönemlerde ciddi narsistik ve öforik davranışların ortaya çıkmasına neden olabilir.

Elektra Kompleksi: Elektra kompleksi ise Oedipus Kompleksinin kız çocukları için geçerli olanıdır. Anneyle özdeşleşerek bu dönem atlatılır. Ancak Freud, bu dönem için kız çocuklarının penis kıskançlığı yaşadığını ve tüm kadınların bu dönemde takılı kaldığını ve bu durumun hiç bir zaman çözülemediğini düşünüyordu. Carl Gustav Jung bu teorisini Yunan Mitolojisinde önemli bir yeri olan Komutan Agememnon’dan esinlenerek isimlendirmiştir.

“Sevgi gösterisi nevrotik insanda bağımlılık korkusu uyandırabilir. “Duygusal bağımlılık, başkalarının sevgisi olmadan yaşayamayanlar için gerçek bir tehlikedir. Buna benzer en küçük bir şey, onlarda büyük bir karşı koyma çabası uyandırır. Bu tip bir insan, ne olursa olsun, kendisi olumlu bir duygusal karşılık veremez, çünkü bu karşılık bağımlılık tehlikesini ortaya çıkaracaktır. Bunu önlemek için, başkalarının yardımsever olduklarının bilincine karşı kayıtsız kalmalı ve onların şefkatsiz kimseler oldukları yolundaki duygularında ısrar etmelidir. Bu durum, açlıktan ölmek üzere olan, fakat kendisine verilen yiyeceği zehirlidir korkusuyla kabul etmeye cesaret edemeyen insanın durumuna benzer.”
Hem çağımızla ilgili hem de sevgi, çağımızın insanının duyguları yaşantılama biçimi üzerine çok farklı incelemelerin olduğu Karen Horney’in kitabından bir alıntı: “Çağımızın Nevrotik özellikleri en önemlisi sevmek ve sevilmektir. Kişi tabiî ki sevmek ve sevilmek ister fakat nevrotik insanlar bu isteği tutku halindedir. Özel kişiye karşı değil herkes den aynı sevgiyi beklerler. Bence bunun küreselleşmenin etkisi olarak görebiliriz. İnsanların birbirinden uzaklaştığı yüzyılda sevgiye dayalı hassasiyeti artırmıştır. Buda bize nevrotik hastalık mıymış gibi gözükür. Fakat, çevresel koşulların aynı etkiyi yapması nevrotik özellik olmayacağını düşünüyorum. İkinci özellik ise insanlara aşırı bağlılık ve iç güvensizliktir. Bu kişinin kendini aşağılık komplekse ittiği ve kendini yetersiz görmekten kaynaklanmaktadır. bu yersizliği değerli bir eşya ile ve ya antika eşya ile kapatacaklarını düşünürler. ve saygınlığı para ile alacaklarını sanarlar. Ve bazıları ise bunu daha bilgili olma ile bu yetersizliği kapatırlar. Üçüncü olarak ise kendini kanıtlama isteği, daha ön planda durma isteğinden kaynaklanmaktadır. Başkalarını yönetme isteği vardır. Nevrotik insanlar genellikle kendilerini kontrol edemedikleri için saldırganlık isteklerine engel olamazlar. Nevrotik insanların en önemli özelliği saldırganlık tutumlarıdır. Kendini kanıtlama eğiliminin tam tersine birine karşı çıkma, saldırganlık, aşağılama, hakkına el uzatma gibi davranış eğilimindedirler. Bu tutumlar aslında diğer insanların devamlı olarak onlarla uğraştığı inancı ile sonuçlanmaktadır. Sanki insanlar hep onun hakkında kötü şeyler düşünüyorlar inancı geliştirirler.” Kitap ayrıca nevrotik kişiliği, nevrotik olmanın psikanalitik incelemesini anlamak ve okumak için çok önemli bir eser olma özelliği taşır.
Karen Horney ve onun ekolündeki psikologlar bu görüşü hem yanlış olduğunu hem de kadınları aşağıladığını belirterek bu görüşe karşı çıktılar ve Freud’un görüşünün aksine erkeklerin çocuk doğuramadıkları için aşağılık duygular yaşadıklarını öne sürdü ve bu durumu ise Rahim Kıskançlığı şeklinde adlandırdılar.

Latent (Gizil) Dönem
- Yaş Aralığı: Fallik Dönemin Bitiminden Ergenlik Döneminin Başlangıcına Kadar Sürer
- Erojen Bölge: Cinsel Duygular Etkin Değildir/ Uyuklama Dönemi Olarak da Adlandırılır
Bu dönem Oidipus Kompleksinin sona ermesiyle başlar aynı zamanda çocukluk dönemi cinselliğinin son evresidir. İlkel benliğin enerjisi (id) bastırılır, süper ego ise gelişimine devam eder. Bu dönem süresince çocuğun cinselliğinde duraksamalar yaşanır, belirgin bir cinsel davranış gözlemlenmez. Çocuk, ebeveynlerin dışındaki insanlarla iletişim ve ilişki kurmaya başlar.(Öğretmenleri, arkadaşları) Bazı kaynaklarda aseksüel dönem olarak da tanımlanan bu dönemde, çocuk hemcinsleriyle beraber oyunlar oynar ve vakit geçirir, erkekler erkeklerle, kız çocukları ise kızlarla beraber oyunlar oynar.
Gizil dönemde cinsel enerji kaybolmaz, bu enerji daha farklı alanlara kayar. Bu dönem çocukların okula başladıkları dönemdir aynı zamanda bu yüzden libidinal enerjinin sosyal etkileşim, hobi, sosyallik gibi alanlara kaydığı belirtilir.
“Çocuk, aile sınırlarının dışındaki karşı cinse yönelik “olgun cinselliği” arama çabasına girer. Tıpkı, eşya ile dolu kapkaranlık bir odada bulunan bir kimsenin çıkışı araması sırasında masa ve sandalyelere çarparak devireceği, birkaç vazo ve bibloyu düşürüp kıracağı gibi, bu evredeki çocuk da aseksüel evrenin cinselliksizliğinden karşı cinse ve aile dışına yönelik olgun cinselliği arayıp bulana dek bir iki ufak tefek suç, birkaç sadistçe ya da mazoşistçe davranış ve birkaç eşcinsel yaklaşıma girebilir; ruhsal gelişmenin bir aşaması olan bu evredeki eylemlerin bir tür davranış bozukluğu olduğunu söylemek tıp açısından büyük bir yanlıştır. Ergenliğe ulaşan çocuk bu tür eğilim ve eylemlerden sıyrılıp olgun cinselliği bulur.”
Psikoseksüel Teoriye göre bu aşamada yaşanacak olan takılma ve fiksasyon kişilik anlamında olgunlaşmamışlıkla ve tatmin edici ilişki kurma konusunda yetersizliklerle sonuçlanabilir.
Genital Dönem
- Yaş Aralığı: Ergenlikten ölüme kadar sürer.
- Erojen Bölge: Bu dönemde cinsel ilgi alanlarının olgunlaşması gözlemlenir.
Genital Dönem, psikoseksüel dönemlerin 5. ve sonuncusudur. Bu evrede birey karşı cinse yönelik büyük bir ilgi gösterir ve ergenlik döneminde başlayan bu süreç bireyin hayatının geri kalan kısmına kadar devam eder. ”Bu evrede kişi cinsel organlarından zevk almaya başlar. Ergen, ilk yıllarda, aileden bağımsızlaşarak karşı cinsten kişilerle olgun ve sağlıklı ilişkiler kurabilmeyi öğrenmeye yönelir. Meslek seçimiyle ilgi tasarılarda bulunma ve yuva kurma isteği belirir. Toplumdaki yeri ve yapmak istedikleri konusunda çatışmalar yaşar. Anne-babalar bu dönemi yaşayan gencin ilgi ve gereksinimleri ile gelişim özelliklerini tanıyıp, ona karşı saygılı ve anlayışlı davranarak sorunlarını çözmede yardımcı olmalıdırlar.
Yılların ilerlemesiyle birlikte kişide ortaya çıkan fiziksel ve ruhsal yetersizliklerin neden olduğu “güvensizlik hissi” ve dolayısıyla “kendini koruma dürtüsü” giderek belirginleşir. Yaşlılarda, sevgi objesi yeniden kişinin kendi bedeni içine yerleşir; bu durum, yaşamın ilk yıllarındaki “otoerotik” dönemin yeniden yaşanmasına yol açar. Bencillik, kendi sağlığına öncelik vermek, hastalanma ve ölüm korkusu, tutuculuk, kendisine kötülük yapılacağı kuşkuları gibi yaşlılarda saptanan tüm ögeleri bu “ikinci otoerotik dönemin” yansıması olarak görmek gerekir (birinci otoerotik dönem” , anal dönem’dir)”
Psikoseksüel Kurama Yönelik Eleştiriler
Psikoseksüel kuram psikoloji dünyasında hala en tartışmalı kuramların başında gelmektedir.
- “Teori, kadın psikoseksüel gelişiminden çok az bahsedilerek neredeyse tamamen erkek gelişimine odaklanmıştır.( Bilim dünyasında ve Feminist bakış açıları tarafından ciddi anlamda eleştiriler vardır bu teoriye dair.)
- Teorilerini bilimsel olarak test etmek zor. Libido gibi kavramların ölçülmesi imkansızdır ve bu nedenle test edilemez. Yapılan araştırma, Freud’un teorisini gözden düşürme eğilimindedir.
- Gelecek tahminleri çok belirsizdir. Mevcut bir davranışın özellikle bir çocukluk deneyiminden kaynaklandığını nasıl bilebiliriz? Sebep ve sonuç arasındaki sürenin uzunluğu, iki değişken arasında bir ilişki olduğunu varsaymak için çok uzundur.
- Freud’un teorisi deneysel araştırmaya değil vaka çalışmalarına dayanır. Ayrıca Freud, teorisini çocukların gerçek gözlem ve çalışmalarına değil, yetişkin hastalarının hatıralarına dayandırdı.”

Psikoseksüel kurama ve Freud’a yönelik her ne kadar çok ciddi ve bilimsel eleştiriler olsa da çocukluk döneminin davranışlara etkisi, insan psikolojisinin bilinmeyen taraflarını açığa çıkarması ve daha birçok alanda yaptığı çalışmalarla psikolojiye ve insan doğasına dair aydınlatıcı tartışmaların ve çalışmaların ortaya çıkmasında Sigmund Freud’un görüşlerinin çok ciddi etkisinin olduğu da bugün inkar edilmeyen bir gerçektir.
Tarihe Damga Vurmuş İsimlerin Çocukluk Dönemlerinden Kesitler

Salvador Dali, İspanya’nın Katalonya kentinde Fransız sınırına yakın bir kasabada 11 Mayıs 1904’te dünyaya geldi. Çocukların taşıdığı isimleri ailelerin kültürel ve travmatik mirasının sembolik bir ifadesi olarak da görebiliriz. Salvador Dali, hem babasının adını (Salvador) hem de ölen abisinin adını almıştır. Kendi otobiyografisinde de belirttiği üzere Dali, çocukluğunu anne-baba ve arkadaşlarına yönelik öfke nöbetleriyle geçirdiğim zamanlar şeklinde tanımlar. 5 yaşındayken de ayrıca anne-babasının Salvador Dali’yi ölen abisinin mezarına götürüp, “sen aslında abinin reenkarne (abisinin ölümden sonra yeninde vücut bulduğu hali) görüntüsüsün” demeleri, Salvador Dali’nin Kimlik Karmaşası yaşamasına neden olmuştur. “Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu…” derken küçük yaşta yalnızlığa mahkum oluşu ve bu durumun kendi benliğinde açtığı yaraları anlatıyordu Dali…”
Kendisinden sonra doğan kız kardeşinin doğumundan sonra evdeki tek erkek çocuğu olmasından dolayı ailedeki kadınların “gözdesi” olmuştur. Annesinin de Dali’nin resim yeteneğini keşfetmesi ve onu bu konuda desteklemesi Dali’nin gelişimini hızlandırmıştır. Salvador Dali’nin Freud hayranlığını bu noktada Freud’un bir sözüyle anımsamak gerekir: “Annesinin tartışmasız “gözdesi” olmuş bir erkek, ömür boyu bir fatih olma duygusunu, çoğu zaman gerçek başarıya götüren özgüveni içinde barındırır.” Kadınlar tarafından büyütülmüş, gözde olmuş bir çocuk. Yoğun ilgi ve sevgi Dali’de “Narsistik Karakter” özelliklerinin zeminini hazırlayan çocukluk yaşantılarından biri olmuştur.

Bu resmin Dr. Freud’a gösterilmesi ve Salvador Dali’nin sonraki dönemde Sigmund Freudla tanışıp onun portresini çizmeye kadar giden bir hikayesi vardır. Salvador Dali’nin bu resmi Antik Yunan Mitolojisindeki Narsiscus karakterinin yorumlanmasıdır.
“Psikanalizin kurucusu Freud’un dahi Narkissos’u psikoseksüel gelişim teorisine katması ve Salvador Dali’nin büyük bir Freud hayranı olması; eserin Freud bakış açısıyla çok derin incelemesinin yapılabileceğinin göstergesi.. Zaten kendisi de eseri yaptıktan sonra hayranı olduğu Freud’un peşine düşmüştü.
1938’de, birkaç denemeden sonra, Dali nihayet kahramanı Freud ile tanıştı. Toplantı, Edward James ve Stefan Zweig tarafından gerçekleştirildi. Dali, resminin Freud’un narsisizmin psikanalitik kuramının tartışmasına katılmasını umuyordu.
Dali, klasik sürrealistlerin izinden giderek bilinçaltının dışavurumuyla ilgilendiği için Freud’un yazılarını, kitaplarını pür dikkat okuyordu. Freud ise onu bu denli seven Dali’yi “içten ve fanatik” olarak tanımlıyor ve “gözlerinin büyüleyici bir dünyayı keşfettiğini” düşünüyordu. Dali’ye ziyaret sırasında Freud’u çizme izni de verildi.

Salvador Dali’nin Tabloları üzerine daha detaylı okuma yapmak isteyenler için makale önerim: Dali ve Sanat
F. Nietzsche’nin Çocukluk Dönemi Üzerine

Çocukluk döneminin karaktere olan etkilerini Alman Filozof F. Nietzsche’de de görmekteyiz. Nietzsche’nin çocukluk dönemi oldukça muhafazakar ve dini inanç anlamında baskıcı bir ailede geçti. Nietzsche çocukluğunu kız kardeşi, annesi, anneannesi ve iki bekar teyzesi ile aynı evde yaşayarak geçirdi. Nietzsche’nin babasının ve dedesinin rahip olması ve ailedeki ağır muhafazakar yaşam tarzı ve eğitim, kadınların (kadınlar arasında sürekli tartışma ve kavgaların olduğu bir ev) çok yoğun ilgisi ve varlığı Nietzsche’nin dindar (gittiği erkek okulundaki lakabı “küçük papazdı”), şımarık iyi aile çocuğu bir tarzda yetişmesine neden oldu. Nietzsche’nin kadınlar tarafından yoğun bir baskı ile büyütülmesi ileriki dönemde Nietzsche’nin kadınlara karşı büyük özgüven ve kendini ifade edememe sorunlarına yol açtığı düşünülür.
“Kadınlara mı gidiyorsun, öyleyse kırbacını almayı unutma.” F. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinden bir bölüm
“Kadıncıkları tanıdığımı burada söylemeye cüret edebilir miyim? Bu, Dionysos’un bana bahşettiği drahomanın içinde bir yetenektir. Kim bilir? Belki de ben, sonsuz dişiliğin ilk psikoloğuyumdur. Beni hepsi seviyor eski bir hikaye; kaile alınmayan “bahtsız” kadınlar, doğurganlık becerilerini kaybetmiş olan “eşitlikçi” olanlar… Kendimi parçalatmak istemediğim için şanslıyım: her şeyiyle dişi olan kadın severse, parçalar… Ben bu sevimli azgınları tanıyorum… Ah, ne tehlikeli, ne sinsi küçük bir yırtıcı hayvan! Ve bununla beraber ne kadar da hoş!” F. Nietzsche’nin Ecce Homo adlı eserinden bir pasaj
Kariyeri ve hayatı ailesi tarafından şekillendiriliyor ve onun adına kararlar veriliyordu. 19 yaşında Bonn Üniversitesinde İlahiyat okumaya başladı. Aile içindeki yoğun baskılar Nietzsche’de isyan duygularının oldukça kabarmasına neden oldu. Karakter olarak çok farklı biri olduğu daha o zamanlardan belliydi, ailesinin baskısı sadece içindeki isyan duygusunu tetikleyen nedenlerden biri oldu.
“Bir kadın, bir erkekten daha iyi anlar çocukları; ama bir erkek, daha çocuksudur.” F.Nietzsche
Çocukluk dönemi, ailenin çocuğa yaklaşımının karakteri hangi şekillerde etkilediğini Nietzsche’nin yaşantısı üzerinden farklı şekillerde görebiliriz. Nietzsche’nin nörolojik hastalıklara sahip olması ve bu nedenle (her ne kadar o dönemlerde yaşadığı hastalığa tam bir tanı konulamamış olsa da) hayatını kaybetmesi bile babası ve dedesinin nörolojik hastalıklara sahip olmasına kadar uzanır.
Nietzsche’nin kendi cümlelerinden çocukluk dönemi: “Çocukluğumun ilk yıllarını kapsayan dönemi çok az biliyorum; bu dönemle ilgili bana anlatılmış olanları ise burada aktarmak istemiyorum. Muhakkak ki fevkalade birer anne babaya sahiptim, özellikle de bu kadar mükemmel bir babanın, ölümüyle, bir yandan beni baba desteğinden ve aile yaşantımızı idare etmesinden bizi mahrum bıraktığına, diğer yandan ise ruhuma ciddi ve gözlemci kişiliğimin ilk tohumlarını ektiğine hiç kuşkum yok, Belki de babamın ölümü ile birlikte gelişme dönemim boyunca hiç erkek gözetiminde bulunamayışımın bana zararları olmuştur.”
F. Nietzsche ile ilgili derinlik bir analiz okumak isteyenler için makale önerim
Mitolojide Kastrasyon
Kibele bildiğimiz üzere bereket (Bazı kaynaklarda Tabiat Ana olarak da anılır.) tanrıçasıdır, birçok farklı isimle anılır. (Sibel isminin de Kybele/Kyble isminden geldiğini söyleyen kaynaklar vardır.) Attis, Kibele’nin sevgilisidir. Ölümlü bir gençtir, Attis. Mitolojik hikayelere göre Attis, Kibeleye verdiği sözü unutarak Kral Midas’ın kızını sever ve Kral Midas’ın kızıyla evlendikleri gece, düğünün davetlilerinden biri bereket tanrıçası Kibeledir. Düğünde Attis ve Kibele karşılaşırlar, Kibeleyi karşısında gören Attis ne yapacağını bilemez. Kybele’ye vermiş olduğu sözü unuttuğunun da bilincinde ve utancında olarak hissettiği yoğun pişmanlıktan dolayı o an orada cinsel organını keser ve kan revan içinde yerde kıvranmaya başlar, can çekişir. Kibele aşık olduğu adamın yerde kanlar içinde acı çekmesine dayanamayarak Attis’i bir çam ağacına dönüştürür ve böylece ona sonsuz hayatı bağışlar, mitolojik hikayelere göre çam ağaçlarının aslında her mevsim yeşil kalmasının sebebi budur. Pessinus tapınağında, eski dönemlerde Attis’in organını kestiği gün yas tutulurken, Kibele’nin Attis’e sonsuz hayatı bağışlaması ise şenlik şeklinde kutlanırdı. Bu tapınakta rahip olmak isteyen erkeklerin hadım edilmesi ve hadım edildikten sonra kesilen cinsel organlarının bir çam ağacının altına gömülmesi ritüelinin sebebinin bu olay olduğu söylenir. Bu mitolojik hikayenin farklı anlatımlarına rastlamak da mümkün.

Toksik Ebeveynler
İnsanların yaşadığı sorunlar kişinin hayatına, ilişkilerine, vücuduna, dokunuşlarına, insanları ve olayları algılayış biçimine kadar çok geniş bir skalada etkilerde bulunur. Bir nevi asıl sorunun kendisini değil de hayata yansımalarını görürürüz. Bu durumu daha detaylı incelediğimizde ise genelde insanların sorunun kendisini değil de onu rahatsız eden davranışı, düşünceyi daha kapsamlı anlamıyla belirti ve sendromları düzeltmeye çalıştığını ve bunların iyileştirilmesine yönelik destek aradığını görürüz. Fakat sorunların asıl kaynağını fark etmediğimiz, ortaya çıkarmadığımız zaman sadece semptomu gidermeye yönelik bir yaklaşım sergileme yoluna girmiş oluruz, bu durum ise maalesef sorunlu davranışın ve semptomların tekrar ortaya çıkmayacağının garantisini vermez, veremez. Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda ise en iyi tedavi nedir, tam bir iyileşme mümkün müdür?, iyileşme imkanlarına herkes erişim sağlayabiliyor mu?, kimler sağlık hizmetinden ve psikolojik destekten tam anlamıyla faydalanabilir gibi ağır sorularla karşılaşıyoruz. Bu soruların cevapları yüz yıllardırt tıbbi, felsefi, politik, sosyolojik ve finansal başlıklar altında çok farklı şekillerde arandı ve hala aranıyor. Bu yazımda insanların karakterini şekillendiren, sağlıksız davranışların süreklilik kaynaklarından biri olan Toksik Ebeveyn ve bu aile yapısını ele alacağım.
Bir şeyi saklamanın en iyi yolu onu göz önünde bulundurmaktır diye bir söz vardır. İnsan sürekli karşılaştığı şeylere karşı duyarsızlaşma riskini taşır. Gördüğünü sandığı şeyleri görmediğinin farkında olmayarak. İnsanlar sorunlarını, kendi tabirlerince sorunlu, sağlıksız davranışlarını besleyen stres kaynaklarını, davranış dinamiklerini göremezler bu yüzden. Kimi zaman körleşme diye tabir edebileceğimiz bir durum içerisinde sıkışırlar. Bir şeyin yolunda gitmediği hissini yoğun olarak taşırlar ancak neyin yolunda gitmediğini bilince çıkaramaz, dile getiremezler. Bir bakıma sanki gözlerinin önünde bir perde var gibidir. Sorunlu davranışların nedenlerini ve kaynaklarını düşünürken ve bu kaynakları ararken düşünsel bariyerlerle karşılaşırlar. Bu önemli başlıklardan biri de bu makalenin ana başlığı olan “Kutsal Olanın Dokunulmazlığıdır.” Bir kişiye, bir topluluğa veya bir nesneye kutsiyet atfettiğiniz andan itibaren o kişiyi, o nesneyi birçok şeyden tenzih etmiş olursunuz. Duygusal yoğunluğun arttığı, mantıklı analizlerin, değerlendirmelerin az olduğu durumlarda insanlar manipülasyona ve yönlendirilmeye çok açık olurlar. İlişkiden dolayı veya o anın duygu yoğunluğundan dolayı kişinin normalde iyi düzeyde olan muhakeme becerisinin, olaylar arasında neden-sonuç kurma becerisinin ciddi anlamda azaldığını görürüz.
İnsanlar hangi durumlarda/ilişkilerde/ortamlarda manipüle edilirler sorusunun cevabını “Zor Bir Ailede Büyümek” kitabı üzerinden incelemelerle ele alacağım.

Toksik Anne-Baba Kimlerdir?
Öncelikle mükemmel insan olmadığı kabulüyle bu konuyu ele almak gerekiyor. Çünkü insanlar hata yapar, hatalar yapabilir. Anne-Babalar da çocuk yetiştirme sürecinde bazı dönemler çok kızabilir, öfkelenebilirler. Her ne kadar öfke ve sinirlenme problemleri olsa da çocuklar bu durumları kronik olmadığı sürece tolere edebilir, anlayışla karşılayabilirler. Bu konuda anlatılanlar çocuklar üzerinde yetişkinlik dönemlerini, ilişkilerini, meslek seçimlerini bile etkileyebilecek kadar etkili olan uzun süreli stresli ve toksik ebeveyn yapılarının etkilerini ele almaktır. Çocukluk döneminin ne kadar hassas olduğunu daha önceki yazılarımda ele almıştım bu konuyla ilişkili olarak toksik ebeveyn yaklaşımlarının çocuğun bilincine olumsuz cümlelerle, hakaretlerle, fiziksel şiddetle ve istismarla ne kadar devasa boyutlarda zehirleyici, yıpratıcı etki yapabileceğini farklı bir açından incelemiş olacağız. Yazının odak noktası ise davranışlar ve duyguların perde arkasındaki süreçleri incelemek. Günah keçisi bulmak ya da suçlamaya yönelik kavramsal açıklamalar ve argümanlar geliştirmek yerine travmatik yaşantı ve ortamlardan kaynaklanan sorunları çözme konusunda bakış açısı geliştirmek ve nasıl en az hasarla bu durumlardan uzaklaşılır sorusunun cevabını bulmak.
“Yetersiz Anne-Babalar: Sürekli kendi problemlerine odaklanıp çocuklarını, kendilerine bakan “küçük anne-babalara” dönüştürenler.
Kontrolcüler: Çocuklarının hayatlarına, manipülasyon yoluyla, suçluluk duygusu yaratarak ve yardım amaçlı da olsa çok fazla karışarak yön verenler
Alkolikler: Gerçeklerden kaçan, düzensiz ruhsal durumlarıyla boğuşup ezilen, bağımlılıkları yüzünden anne-babalık görevlerini yerine getiremeyenler
Sözel Tacizciler: Çocuklarını sözleriyle döven; alaylı, iğneleyici ve küçümser yorumlar yapan, onları devamlı aşağılayarak demoralize eden ve özgüvenlerini çalanlar.
Fiziksel Tacizciler: İçlerindeki derin öfkeyi kontrol edemeyerek kendi davranışlarından çocuklarını sorumlu tutanlar, onları suçlayanlar.
Cinsel Tacizciler: Cinsel tacizde bulunarak ya da gizlice baştan çıkararak çocuklarının masumiyetini çalan ve bu şekilde onlara en büyük ihaneti yapanlar. “
Toksik Anne-Babalar Ne Yapar?
“Toksik anne-babaların yetişkin çocukları, küçükken dövülmüş de olsalar, fazla yalnız bırakılmış da olsalar, cinsel tacize uğramış ya da aptal muamelesi görmüş de olsalar, fazla korunmuş ya da fazla suçlu hissettirilmiş de olsalar, hemen hemen aynı “semptomlardan” yakınıyorlar. Özsaygıları hasar gördüğü için kendi kendilerine zarar veren davranışlarda bulunuyorlar. Bir şekilde hemen hepsi kendini değersiz, yetersiz ve sevgiye layık olmayan kişiler olarak görüyorlar. ( Bu noktada Türkiyedeki yaygın arabesk kültürü de ayrıca düşünmek faydalı olacaktır.)
Bu duyguların çoğu, bu kişilerin toksik anne-babalarının davranışlarından, bilerek veya bilmeyerek, kendilerini sorumlu tutmalarından kaynaklanıyor. Savunmasız ve ailesine ihtiyaç duyan bir çocuğun, kötü birşey yaptığı için babasının öfkesini hakettiğini düşünmesi, esas koruyucu olması gereken o babanın güvenilmez bir kişi olduğunu kabul etmesinden çok daha kolay.
Bu çocuklar büyüdüklerinde de suçluluk duymaya ve kendilerini yetersiz hissetmeye devam ediyorlar. Bu da kendilerine olumlu birer “özkişilik” oluşturmalarını engelliyor. Ortaya çıkan kendini değersiz hissetme duygusu da hayatın her yönünü etkileyebiliyor.”
Psikolojik Nabzınızı Nasıl Ölçersiniz?
“İnsanın kendi anne-babasının toksik olup olmadığını analiz edebilmesi kolay bir şey değildir. Birçok insanın anne ve babasıyla zor olan ilişkileri vardır. Ama bu sizin anne-babanızın toksik olduğu anlamına gelmez. Birçok insan bu analizi gerçekleştirirken kendini var olan ince çizginin tam ortasında bulur, kendisine kötü mü davranıldı yoksa bu konuda fazla mı hassas, karar veremez.
Aşağıdaki testi size bu konuda yardımcı olması için tasarladım. Soruların bazıları sizi kaygılandırıp rahatsız edebilir. Endişelenmeyin. Anne-babalarınızın size ne kadar hasar vermiş olabileceklerini kendi kendinize itiraf etmek her zaman için zordur. Ne kadar acı verse de, verdiğiniz duygusal tepkiler gayet sağlıklıdır.”
1) Çocukluğunuzda anne-babanızla aranızda var olan ilişki:
- Anne veya babanızın size kötü ve değersiz, beş para etmez bir çocuk olduğunuzu söyledi mi? Size hiç hakaret edip devamlı eleştirdi mi?
- Cezalandırırken hiç dayağa başvurdu mu? Sizi kemer, fırça ya da diğer acı verici maddelerle dövdü mü?
- Anne veya babanız hiç sarhoş olur ya da uyuşturucu kullanır mıydı? Siz hiç bu konuda kendinizi rahatsız hissetiniz mi? Korktunuz mu veya utandınız mı bu durumdan? Üzülüp kafanızın karıştığı oldu mu?
- Anne veya babanız hiç depresyon geçirdi mi? Veya anne-babanızın içinde bulunduğu diğer ruhsal sıkıntılardan ya da fiziksel bir rahatsızlık yüzünden size olan ilgilerinde ciddi bir eksiklik yaşadınız mı?
- Problemleriyle baş edemeyen anne veya babanıza sizin bakmanız gerekti mi?
- Anne veya babanız gizli tutulması gereken bir davranışta bulundu mu size karşı? Cinsel yönden herhangi bir tacize uğradınız mı?
- Anne veya babanızdan korkar mıydınız?
- Anne veya babanıza karşı davranışlarınızda öfkenizi ifade etmekten çekindiniz mi? Korktuğunuz oldu mu?
2) Yetişkin Hayatınızda:
- İlişkilerinizde kendinizi yıkıcı ve “kötü davranan” kişi olarak görür müsünüz?
- Birisine çok yakın olduğunuzda canınızı yakacağını veya sizi terk edeceğini düşünür müsünüz?
- İnsanlardan en kötüsünü mü beklersiniz? Ya da genel olarak hayattan?
- Kim olduğunuzu, ne hissettiğinizi ve ne istediğinizi bilmekte zorlanır mısınız?
- Gerçek kimliğinizi bilirlerse insanların sizi sevmeyeceklerinden korkar mısınız?
- Başarılı olduğunuzda endişelenir ve birinin sizin herhangi bir açığınızı yakalayacağından korkar mısınız?
- Ortada bariz bir neden yokken öfkeli veya üzgün olur musunuz?
- Mükemmeliyetçi misiniz?
- Dinlemek veya güzel vakit geçirmek sizin için zor mu?
- Tüm iyi niyetinize rağmen kendinizi anne-babanız gibi davranırken bulur musunuz?
3) Yetişkin Hayatınızda Anne-Babanızla Aranızda Var Olan İlişki:
- Anne-Babanızın size hâlâ çocuk muamelesi yapıyorlar mı?
- Hayatta verdiğiniz önemli kararların çoğunda anne-babanızın onayı doğrultusunda mı hareket ediyorsunuz?
- Ailenizle geçireceğiniz zaman öncesi ve sonrasında yoğun bir duygusallık ya da fiziksel sorunlar yaşıyor musunuz?
- Anne-Babanızla fikir ayrılığında olmak sizi korkutuyor ya da endişelendiriyor mu?
- Aileniz sizi tehdit veya suçluluk duygusuyla kontrol etmeye çalışıyor mu?
- Anne-Babanız maddi imkânlarını kullanarak hayatınızı yönlendirmeye çalışıyorlar mı?
- Anne-Babanızın hislerinden, ruh hallerinden kendinizi sorumlu hissediyor musunuz? Mutsuzluklarının sizin suçunuz olduğunu düşünüyor musunuz? Onları mutlu etmek sizin sorumluluğunuzda mı?
- Ne yaparsanız yapın onlar için hiçbir zaman yeterli olmayacakmış gibi hissediyor musunuz?
- Bir gün, bir şekilde her şeyin daha iyi olacağına ve onların değişeceğine inanıyor musunuz?
“Bu soruların üçte birini bile evet olarak yanıtladıysanız, bu kitapta size yardımcı olacak birçok açıklama bulacaksınız. Kitabın bazı bölümleri size uymuyor gibi gelebilir ama unutmayın ki tüm toksik anne-babalar, hangi yöntemle olursa olsun, hemen hemen aynı yaraları açarlar. Anne veya babanız alkolik olmayabilirler fakat alkolik ebeveynlerin yarattığı kaos içinde olan bir dünyada büyüme ve çocukluk yaşayamama yaraları, diğer toksik anne-babaların çocuklarında da görülebilir. Bütün yetişkin çocukları iyileştirme sürecinde kullandığımız prensip ve yöntemler birbirine benzer, bu yüzden kitaptaki hiçbir bölümü atlamamanızı öneriyorum.”
Bir insanı değerlendirmek istiyorsak düşünmemiz gereken konuların başında aile gelir. Aile bir anlamda kişinin orijinidir. Biyolojik bir sistemdir aile. İnsanların gözden kaçırdığı noktalardan biri ise kordon bağı kesildikten sonra bireyin artık özgür bir birey, canlı olduğunu düşünmeleridir. Nasıl ki beden yiyeceklerle ve besinlerle besleniyor değişiyor, gelişiyorsa sorunlar da bu şekilde gelişir ve büyür. Her ne kadar doğum anından sonra kordon bağı olmasa da insanlar farklı psikolojik göbek bağlarıyla birçok insana bağlı olabilir. (Anne, baba, eş, kardeş) İnsanın davranışlarını incelediğimizde kökeninde bir amaç, bir istem, arzu olabildiğini görüyoruz.
Davranışların beslendiği fizyolojik kaynaklar olduğu kadar (Serotonin düzeyinin düşüklüğünde depresif davranışların ortaya çıkması gibi), davranışları yönlendiren kök cümleler ve inançlar da vardır. Aile ortamı, çocuğun doğduğu ve büyüdüğü ortam bu yüzden çok önemlidir. Birçok duygunun, düşüncenin, inancın geliştiği bir nevi ilk kodlarının yazıldığı ortam ailedir. İnsanların en çok yakınları, güvendikleri tarafından manipüle edilmesinin nedenlerinden biri de budur. Aile bir tanım sistemidir. Aile bir anlamda kutsiyet atfetme, kutsallaştırmadır. Bu yüzden eğer sorunlu davranış ve yaşantının beslendiği kaynaklardan biri aile ise, kişi bu konuda bir “körleşme” yaşayabilir. İçinde bulunduğu duygusal durum, aile bireylerine karşı hissettikleri, ailenin kutsal olduğu düşüncesi, toplumda aile kavramına yönelik algı ve sürekli ailenin kutsallığının, ne olursa olsun olması gerekliliği konusundaki anlayış kişilerin yaşadıkları duygusal etkileri ve bunların davranışlarına olan etkilerini engelleyebilen faktörler olabilmektedir. Bu yüzden bu konularda düşünmek, araştırma yapmak, destek almak insanlarda o kutsallığı ihlal etmek (bir anlamda yasak elmayı ısırmak), yanlış birşey yapıyormuş hissi, suçluluk hissetme, kendini acımasızca yargılama şeklinde düşünce, davranış ve duygulara yol açabiliyor. Fakat panik olmadan, bilimsel yöntemlerle, bilgilerle okumak ve araştırmanın kimseye zarar vermeyeceği ortadadır. Aile konusunda kişinin kronik düşüncelerinin değişebilmesinden dolayı kaygı yaşaması, endişelenmesi veya korkması aslında daha derinlerde “Ailenin Dağılması/Yuvanın Yıkılması” korkusunun bir ifadesi şeklinde incelenebilir. Çünkü hastalıklı (Kangren) bir yapı keşfederseniz bunun değişmesi gerektiğini, müdahale edilmesi gerektiğini bilirsiniz. Bu da sonuç olarak var olan düzenin/statükonun değişmesi anlamına gelir. Aksi durumda ise duygu kaynakları, kişinin davranışlarını etkileyen dinamikleri fark edememesi demek bir anlamda farklı döngüler (Loop) içinde davranış tekrarları, aynı duyguları yaşamasına yol açabilir. Kişinin yaşadığı kısır döngüler ve içinde bulunduğu, aile ve geçmiş aile travmalarından kaynaklanan döngülerin kırılması, zincirlerin kırılması kişinin aileye yönelik, kendisini, duygularını ve daha birçok duyguyu, anlayışı yeniden tanımlaması, yeniden düzenlemesi, aile bireyleri ve insanlarla olan ilişkilerini yeniden düzenlemesi ile daha sağlıklı değişimlerin kapısını açabilir.
Kara Koyun Etkisi/ Black Sheep Effect in Family
Kara Koyun kelimesinin olumsuz anlamda kullanımı 18. yüzyıla dayanır. O dönemlerde kara koyunların yünlerinin boyanmasında zorluk yaşandığı için ticari amaçlarla kullanımları da beyaz koyunlara nazaran daha zordu. Ticari anlamda beyaz koyunlar daha değerliydi. Ayrıca o dönemlerde siyah koyun, İngiltere’de şeytanın işareti olarak görülüyordu. Sosyolojik anlamda aileleri incelediğimizde genel bir ortalama görürüz. Her ailenin bir tane “delisi, kara koyunu, cimrisi, cömerti vs” diye tabir edilen bir üyesi vardır. Kara Koyun da bunlardan kişi için en yıpratıcı ve zararlı olan damgalardan (Etiketlerden) biridir. Aile içindeki, aile üyelerince “en değersiz, itibarsız” görülen aile üyesini tanımlamak için kullanılır, bu deyim kullanılmasa bile sonuç olarak o kişiye yönelik davranışlar, dışlamalar, aşağılamalar ve finansal olarak dahi olsa istismar etme davranışı o kişinin ailenin kara koyunu olduğu gerçeğini değiştirmez. Genelde “Kara Koyun” aile içindeki çarpıklıklara, yanlış durumlara” tepki gösteren tek kişi olur, marjinal özellikleri vardır, ailenin ortalaması, ondan beklenen şekilde davranmayan kişiler olurlar. İstenmeyen kişiyle evlilik, ilişkinin olması, dini inançların aileye nazaran farklı olması, ailenin diğer üyelerinden daha farklı inanç ve değerlere sahip olmak “Kara Koyun” etiketi için bazı nedenlerden biridir.
Bayramlar, tatiller bazı ailelerde drama sahnelerinin tekrarlanmasına neden olur. Aslında mutlu geçirilmesi beklenen günlerde en şiddetli tartışmalar ve kavgalar bayram ve tatil günlerinde yaşanır. Toksik aile yapılarında dikkati çeken başka bir özellik ise ailenin kara koyunu olarak damgalanmış kişiye yönelik dışlayıcı, istismar edici ve değersizleştirici tutum ve davranışlardır. Kişi aileden, değerli gruptan dışlanır ve başarısız/değersiz şeklinde etiketler alır.
Terapi odalarında en sık duyulan cümlelerden biri şudur: “İşlevsiz ailemdeki tek normal insan benim, neden yardım alayım? Terapiye ihtiyacı olanlar onlar.”
Kişinin Dışlandığı, Değersizleştirildiği Bu Süreç Nasıl Ortaya Çıkar?
Çocuğun, çocukluk döneminde duygusal ve fiziki anlamda ihmal edilmesi, ihtiyaçlarının önemsenmemesi durumunda çocuk içine kapanmaya başlar. İhtiyaçlarının, sözlerinin, konuşmalarının hiç bir etki göstermemesi, dikkate alınmaması bir anlamda yok sayılması çocuğa şu mesajı verir: “Benim ihtiyaçlarım ve isteklerim değerli ve önemli değil, ben çok önemli biri değilim, önemsiz biriyim.” Çocukluk döneminde bu yoksaymalardan dolayı yetişkinlik döneminde bu çocukalar her işini kendisi yapmaya çalışan yetişkinler olma eğilimi gösterirler.
Çocukluk döneminde bir ihtiyacınız olduğunda verdiğiniz tepkileri hatırlamanız bu konuyu anlama konusunda önemlidir. Bir ihtiyacınızı veya isteğinizi dile getirdiğinizde Anne-Baba ya da size bakım veren kişinin tepkisi nasıldı? O dönemde duygularınızı, öfkenizi ifade ettiğinizde hangi tepkileri aldınız?
Şimdi ise yetişkinlik döneminde bu ihtiyaçlarınızı ifade ediş biçimlerini inceleyebilirsiniz. Kendinizi, duygularınızı ifade etmekten çekiniyor musunuz, hangi tepkileri almaktan korkuyor/çekiniyorsunuz? İnsanlardan birşey istemeyi/beklemeyi bırakmış olabilir misiniz?
Bu soruları ve eski yaşantıları/davranış örüntülerini incelemek insanlara kendileriyle ve geliştikleri ortamla ilgili birçok şey söyleyecektir.
Çocuğun doğum anından sonra yaşamını sürdürebilmesi için ihtiyaçlarını gidereceği, sevileceği, güvende hissedeceği, bir ebeveyne/bakım verene ve sağlıklı, huzurlu bir ortama ihtiyaç duyar. Aile tarafından dışlanan, etiketlenen, ihtiyacı ve hakkı olan sevgiyi/ilgiyi/bakımı alamayan ve kara koyun ilan edilen çocuklar yaşadıkları aile ortamından bir kopuş yaşarlar. Aidiyet hisleri zedelenir. Dışlandıkları için sürekli uçlara itilrler. Farklı uçlarda/sınırlarda yaşantıları olur. Kişinin damgalanması sadece aile içinde dışlanmasına değil bazı çalışmalara göre kişiliğinin çözülmesi gibi daha ciddi etkilere de yol açabilir. Reddedilme, dışlanma, değersizleştirilme kişiyi saldırgan, öfkeli davranışlardan, azalan entellektüel aktiviteye, izolasyona ve duygusal uyuşukluğa varana kadar çok geniş bir spektrumda ciddi etkilere/hasarlara yol açabilir. Kişinin bu sorunu fark etmesi, isimlendirmesi kimi zaman oldukça güç olabiliyor ancak bu noktada alınabilecek psikolojik destek ve sağlıklı yaşama yönelik çalışmalarla birçok şey değişebilir.